İran'ın umudu Türkiye oldu! Güç dengeleri yeniden kuruluyor...

Mehmed Mazlum Çelik celikmehmedmazlum@gmail.com

Orta Doğu’da bazen öyle anlar gelir ki, diplomatik bir basın toplantısındaki tek bir cümle bile bölgenin güç haritasını değiştirmek üzere olduğunun işaretidir. Hakan Fidan ile İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin Tahran’daki ortak açıklaması da işte tam böyle bir tabloyu gözler önüne koyuyor.

Sarf edilen sözler sade görünüyor; fakat alt metin son derece önemli mesajlar taşıyor. İran açısından yeni bir dönemin başladığı çok açık ve Türkiye bu dönüşümü bölgede en erken okuyan ülkelerin başında geliyor.

Meselenin ayrıntılarına geçmeden evvel İran siyasetini Türk tarihinden neden bigâne görmemeliyiz. Onun ayrıntılarına yakından bakalım.

İran’da Türk hâkimiyetinin kökleri

İran’daki Türk hâkimiyeti Kaçarlar ile başlamamıştır.

1925 yılına gelinene kadar İran topraklarında yaklaşık bin yıllık bir Türk hâkimiyeti vardı.

Hatta Kaçarları deviren Şah Rıza, Türk hâkimiyetini şu sözlerle eleştirmekteydi;

“İtiraf etmeliyiz ki bin yıldan daha fazla bir müddette İran, Türk fatihlerin hâkimiyeti altında yaşamıştır.”( Mîhen Gazetesi – 1924)

Oğuz Türklerine mensup Kaçarlar, Ağa Muhammed Han Kaçar’ın 1796’da iktidarı bir başka Türk hanedanlığından almasıyla İran’a hâkim olmuş ve yaklaşık yüz yıl idare etmeyi başarmıştı.

İran’ı yöneten Türk ailelerin Farsça konuşması ya da Farisileşmesi de söz konusu değildi. Nitekim Türk hükümdarlar kendilerini “sâlâr-ı Türk, pâdişâh-ı Türk, sultân-ı Türk ve bilhassa hâkân-ı Türk” gibi unvanlarla tanımlıyordu.

Tarihte Sünni dünyanın büyük hamisi Osmanlı’ya en büyük sorunu çıkartan da İran’daki Şii Türkler olacaktı ve bunların başında da Şah İsmail gelecekti.

Bu durum Kaçarlar için de geçerliydi.

Kaçarlar, Türklüklerine ve Türkçeye ziyadesiyle değer veriyordu; ama hiçbir şey Şia’dan önce gelemezdi. İranlı Türkler için bu durum sonraki yüzyıllarda da değişmemişti. 29 Aralık 1914’te Osmanlı askeri Tebriz’e girdiğinde şehirde tutunamamasının tek nedeni Ruslar değildi. Yerel halktan beklediği desteği görememesi de bunda etkili olacaktı.

İran toprakları yaklaşık bin yıl boyunca Türkler tarafından yönetildi. İran tarihi demek bir yerde Türk tarihi demekti; ama 1925 yılında Türkler, İran siyasetinden tasfiye edildikten sonra bir daha eski gücünü elde edemedi. Bugün gelinen noktada İran Türkleri özellikle Azerbaycan ile ilişkilerde her daim İran siyasetinde tedirginlik yaratan bir unsur olarak görülüyor.

Kaçarlar Yozgatlıydı

İran’ın bir dönem en güçlü hanedanlığı olan Kaçarlar ile ilgili çoğunlukla bilinmeyen ise Yozgat kökenli olmalarıdır.

Kaçarlar, 15. Yüzyılda bugün Yozgat dediğimiz Bozok civarında yaşıyorlardı.

Uzun Hasan’ın ölümünden sonra aşiret mensupları Gence’ye göç ederek aktif siyasetin içine dahil oldular ve Safeviler içerisinde hızla yükseldiler.

Tahmasap döneminde Azerbaycan içinde kudretli ailelerden biri haline gelen Yozgatlı Kaçarlar, Kanuni Sultan Süleyman’ın karşısına elçi olarak çıkacak kadar güce ulaşmıştı.

Bu aile yıllar içerisinde Osmanlı’nın başına hayli iş açmıştır. 1606 yılında Osmanlı idaresinde bulunan Karabağ’ı Osmanlı’nın elinden geri alabilecek bir askeri güce ulaşmışlardı ki bahsi geçen tarih Osmanlı ordusunun altın çağını yaşadığı döneme denk geliyordu.

Bu dönemde Yozgatlı Kaçarlara, Ziyadluoğulları denilmekteydi ki Osmanlı’nın başına açacakları bela Karabağ ile sınırlı değildi. İran’ın bugün Gülistan Eyaleti dediği Esterâbâd’da valiliğe gelen Kaçarların İran iktidarına giden yolu da buradan geçecekti.

Hakeza Safeviler de Türk’tü.

İsrail’in son saldırıları sonrası İran’da yeni bir siyasi cereyan meydana geliyor. Bunun kodlarını da Hakan Fidan ve İran Dışişleri Bakanı arasındaki görüşmede yakalamamız mümkün. Bölge yeni bir yol ayrımında ve Van’da İran konsolosluğun açılmasına varıncaya kadar pek çok meseleyi birlikte ele almayı zorunlu kılıyor.

Arakçi’nin sahneye dönüşü: Bu sadece bir görevlendirme değil, bir denge arayışı

Abbas Arakçi’nin diplomasi sahnesine geri dönüşü, İran rejiminde yepyeni bir denge arayışının işaret fişeğidir. Çünkü Arakçi, Tahran’ın ideolojik damarından beslenen bir isim değildir; rejime sadıktır ama ideolog değil, teknokrattır. Nükleer müzakerelerde yıllarca en kritik rolleri üstlenmiş, ABD ve Avrupa ile temasların kapısını aralamış, dış politikayı ideolojik bir refleksle değil, teknik bir akılla yürüten bir diplomat olarak öne çıkıyor.

Peki neden şimdi?

Çünkü İran artık hem içeride hem dışarıda aynı anda baskı altında. Raisi’nin ölümüyle doğan liderlik boşluğu, ekonomik çöküş, Mahsa Amini sonrası derinleşen toplumsal krizler, İsrail’in Suriye–Lübnan hattında giderek artan saldırıları…

Rejim kendisine yeni bir nefes kanalı açmak zorunda. Arakçi işte tam burada devreye giriyor: İran, diplomasiyi yeniden devreye almak zorunda kaldığı için Arakçi yükseliyor.

İran için dünyaya açılan tek kapı ise Türkiye.

Türkiye–İran görüşmesinin dili, tonlaması ve seçilen mesajlar, iki ülkenin ilişkilerinde alışılmışın ötesinde bir yakınlaşma olduğuna işaret etti. Sınır kapılarının artırılması, Van’da başkonsolosluk açılması, düzensiz göçle ortak mücadele, ortak güvenlik tehditlerinin tanımı… Bunların her biri diplomatik cümle gibi görünür fakat aslında yeni bir mimarinin taşlarını oluşturur. Fakat en dikkat çekici olanı Arakçi’nin şu sözleriydi: “PKK’nın silahsızlanmasını memnuniyetle karşılıyoruz.” Bu cümle tek başına bir paradigma değişikliğidir.

İran bugüne kadar PJAK–PKK ayrımını hep canlı tuttu; bunu hem Türkiye’ye karşı bir koz, hem de kendi kuzey bölgelerindeki Kürt nüfusu dengeleme aracı olarak kullandı. Fakat Tahran ilk kez bu çizgiyi flulaştırdı. Bu, İran’ın Türkiye ile güvenlik koordinasyonunda yeni bir döneme girdiğini gösteriyor. Aynı toplantıda nükleer müzakereler konusunda Türkiye’ye verilen güçlü destek de bu yeni yaklaşımın parçasıdır. İran, yeniden sıkıştığı anda kapısını çalacağı aktörün Türkiye olduğunu biliyor. Bu, bölgedeki güç haritasında az rastlanır bir konumdur.

İran’ın güç dengeleri gerçekten yeniden kuruluyor. Arakçi’nin sahneye dönüşü bunun yalnızca görünen yüzü. Derinlerde rejim, toplumsal meşruiyet kaybını yönetebilmek için diplomasiyi ve pragmatizmi öne çıkarmak zorunda kaldı.

Bu yeni dönemin en kritik sorusu ise Türkiye’ye dair: İran kendini yeniden kurarken, Türkiye bu mimarinin neresinde duracak? Sadece izleyen mi, yön veren mi, yoksa bir gün garantörlük rolüne zorlanan bir aktör mü olacak?

İran görünen o ki Şii Hilali gibi emperyal emellerini bir kenara bırakacak ve düne kadar Neo-Osmanlıcık ile suçladığı ve düşmanlaştırdığı Türkiye üzerinden dünyaya açılmayı deneyecek.

Başka da çaresi yok, şu aşamada…

Tüm yazılarını göster