Tarihte pek çok savaşa topumuz ve tüfeğimizle katıldık.
Ülkemiz Türkiye, 1948’den 2000’e kadar süren Arap–İsrail denkleminde, ne tüfek sıktı ne de tamamen sükût etti.
Diplomasi koridorlarında yankılanan ayak sesleriyle, cami avlularındaki dualar arasında sıkışıp kaldık.
Filistin’in kanla yazılan tarihinde vicdan aynamızın yansıyan akislerine ilk defa mütereddit olmadan, utanmadan ve başımız eskiye göre bir nebze daha dik bakma imkânına sahibiz.
Bu kez liderlerimiz meseleye bölgesel çatışma, Arap – İsrail gerilimi gibi sanki konu bizi hiç ilgilendiren bir mesele değilmiş havası içinde yaklaşmadı. Hatta Türkiye meseleyi öyle üstüne aldı ve üstlendi ki “her an bir Türkiye-İsrail çatışması olacak mı” diye sabahlara kadar haberleri takip ettiğimiz geceler oldu.
Türk-Arap-Kürt İttifakı çerçevesinde yeniden yorumlanan Filistin mefkûresine daha yakından bakmadan önce buyurun bu meselede arkada bıraktığımız ayak izlerine dönüp yakından bakalım.
Halkımız İsrail’i asla tanımadı; ama devlet benimsedi
1947’de BM’de Filistin’in taksimi oylamasında Türkiye “hayır” dedi; fakat ertesi yıl, Soğuk Savaş’ın gölgesi düşünce, aynı Türkiye İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke oldu.
Bu karar, vicdanın değil jeopolitiğin ürünüydü.
Stalin sınırlarımıza tank ve füze yığarken Ankara, Washington’un radarına girmeyi, Kahire’nin kalbini kırmaya tercih etti. İsrail’le kurulan bu temkinli temas, aslında Türkiye’nin Batı’ya “Ben de buradayım” yardım çığlığıydı.
Müslüman Türk haklı bunu hiçbir zaman kabullenemese de devlet çoktan meseleyi içselleştirmişti.
Ankara; Kudüs, Mekke, Şam ve Kahire ile tüm bağlarını fiilen kopartmış ve Filistin davasına resmen sırtını dönmüştü.
Süveyş krizinde dahi yarım ağızla politik duruş
Cemal Abdülnasır iktidara geldiğinde süratle Mısır’ın modernizasyonu için gereken yapısal reformları hayata geçirdi. Ekonomi, eğitim, medeni hukuk ve askeri alanda önemli kararlar alındı.
Öbür yandan ülkedeki İngiliz hegemonyasını kırmak adına 1956 tarihinde Süveyş Kanalını millileştirme hamlesini hayata geçirdi. Bu karar sonrası Fransız ve İngiliz uçakları havalanarak Mısır ordusuna ağır zayiatlar verdi. Birkaç hafta içerisinde de Süveyş kanalı işgal edildi. Sovyetler bu işgal karşısında Mısır’ın yanına duracağını açıklaması üzerine İngilizler bölgeden çekilmek zorunda kaldı.
Nasır esasen savaşı kaybetmişti; ama Rusların desteği ile işgal güçlerinin bölgeden çekilmesi onu bir kahramana dönüştürdü. Cemal Abdülnasır biranda tüm bölgede büyük bir Arap kahramanına dönüşmüştü. Ürdün, Suriye ve Irak’a kadar birçok siyasi gruplar ‘Nasırcılık’ düşüncesi ile büyük ve birleşik bir Arap Devleti hayali kurmaya başladı.
Bu hayali yok edecek ise İsrail olacaktı.
Cemal Abdülnasır dünya siyasetinde özgül ağırlığı olan bir figürdü. Araplar için yaşayan bir efsaneydi; ama 5 Haziran 1967 günü İsrail uçakları Mısır hava kuvvetlerini yok ettiğinde Nasır efsanesi de bitmiş oldu.
Türkiye ise siyasi hadiseleri hep yarım ağızla yorumlayan ve İsrail’in desteğini kaybetmekten ödü patlayan bir devlet konumundaydı.
Ankara, İsrail’i kınadı, BM’nin 242 sayılı kararına sarıldı, ama ilişkileri koparmadı. Çünkü artık mesele sadece Filistin değildi; NATO’nun doğu kanadında tutunmak gerekiyordu. Türkiye, ne Arap coşkusuna ne İsrail’in zaferine katıldı; ikisinin arasında, sessiz bir gözlemci gibi durdu. Tarih kitapları buna “denge siyaseti” diyecekti, halk ise “korkaklık” olarak tanımlayacaktı.
1973 Petrol krizi ile vicdanımız olduğunu hatırladık
İsrail, üst üste elde ettiği zaferlerle öylesine şımarmıştı ki 1973 Yom Kippur Savaşıyla burnu birazcık sürtecekti. Bu zamana kadar İsrail’in yanında bulunan üç sarsılmaz müttefiki bulunuyordu: ABD, İngiltere ve Türkiye.
Ekim 1973’te Arap orduları Sina’ya yürürken, İsrail gökyüzünü ABD uçaklarıyla doldurdu. Washington, İsrail’e mühimmat taşımak için Türkiye’nin üslerini istedi; ama Ankara izin vermedi. Bu, Türkiye’nin pasif denge çizgisinde attığı en yüksek sesli adımdı. Petrol krizinin gölgesinde Arap başkentleri Türkiye’yi yeniden hatırladı; ama Ankara için mesele artık sadece Filistin değil, enerjiyle varlık arasındaki ince çizgiydi.
Bu sebeple Arap halkları Türkiye’yi hiçbir zaman samimi bulmadı.
1975’te Türkiye, BM’deki o tartışmalı karara “Evet” dedi: “Siyonizm ırkçılıktır.” 1979’da FKÖ Ankara’da ofis açtı. Ve 1980’de İsrail, Kudüs’ü “ebedî başkent” ilan edince, Ankara diplomatik düzeyi “ikinci kâtip”e düşürdü.
Yine de Türkiye her şeyiyle İsrail’e kendisini adamıştı. Tüm bu adımların göstermelik adımlar olduğunun tüm dünya farkındaydı.
1982’de İsrail tankları Beyrut’a girerken, Türkiye’de manşetler “insanlık dramı” diye atıldı. Ama devlet dili, “endişe” kelimesinden öteye geçmedi. 1988’de Ankara Filistin Devleti’ni tanıdı, bu kez Arap sokakları Türkiye’nin adını alkışlarla andı. O yıllar, Türkiye’nin diplomatik vicdanını biraz olsun onardığı yıllardı. Ama askeri dengeler hâlâ Batı’yla kuruluyordu; Filistin sevilmişti, İsrail unutulmamıştı.
Soğuk Savaş bittiğinde, haritalar kadar diplomasi de yeniden çizildi. Turgut Özal döneminde İsrail’le büyükelçilik düzeyi geri geldi; 1996’da imzalanan askerî işbirliği anlaşmaları, iki ülkeyi fiilen müttefik yaptı. Tatbikatlar, su anlaşmaları, teknoloji transferleri… Ankara artık Washington’un Ortadoğu’daki “model ortağı”, Tel Aviv’in “sessiz dostu”ydu. Ama Türkiye, resmî söylemde hâlâ BM’nin 242 ve 338 sayılı kararlarına bağlıydı. Kudüs meselesinde “uluslararası hukuk” diyordu; vicdanında hâlâ “ümmet” yankılanıyordu.
Yarım yüzyıl boyunca Türkiye, Arap–İsrail çatışmasında ne tam bir taraf ne de tam bir hakem olabildi. 1949’da tanıdı, 1956’da kızdı, 1967’de sustu, 1973’te direndi, 1980’de kesti, 1991’de yeniden sarıldı. Bu çizgi, aslında Türkiye’nin iç dünyasının da hikâyesidir: Bir yanda NATO haritası, diğer yanda Kâbe’nin yönü. Bir yanda Washington’un basın toplantısı, diğer yanda Kudüs’ün ezanı. Ve belki de bu yüzden Türkiye, Filistin meselesinde hep aynı cümlenin içinde kaldı: “Ne tam dost, ne tam düşman. Hep arada, hep bekleyen bir ülke.”
Tüm bu siyaset Recep Tayyip Erdoğan’la değişecekti. Bu denli sıkıntılı sicile rağmen on seneden daha kısa bir süre içerisinde Türkiye bir anda Filistin meselesinin hamisi ve Filistinlilerin umuduna dönüşmesi gerçekten ayrıntılı bir dosyada açıklanmaya muhtaç bir konu olarak karşımızda duruyor.
Türk-Arap-Kürt İttifakı ekseninde Türkiye’nin Gazze’deki rolü
Ortadoğu’da vicdan yeniden ayağa kalkıyor: haritalar güncelleniyor, dengeler yeniden yazılıyor, insanlık sınavları yeniden başlıyor. Gazze’de sağlanan yeni ateşkes antlaşması da sadece bir barış emannamesi değil, aynı zamanda bölgedeki her büyük devlet için İsrail karşısında bir itibar denemesidir. Bu denemede Türkiye, Türk-Arap-Kürt ittifakı perspektifinden sınanmaktadır.
Gazze’de imzalanacak son ateşkes, Ortadoğu’nun yorgun kalbine sürülmüş bir pansuman gibi: kanamayı durdurmayacak ama iz bırakacak.
Ve biz yani Türkiye, bu izlerin tam ortasında duruyoruz.
Bir yanda arabulucu olmanın yükü, diğer yanda yüzyıllık bir mirasın sesi: Kudüs’ün, Halep’in, Musul’un, Diyarbekir’in ortak hafızası.
Gazze’deki ateşkese giden süreçte Ankara’nın oynadığı rol, yalnızca diplomatik bir manevra değil; aynı zamanda tarihî bir yüzleşmenin devamıdır. Bir zamanlar “hilafetin gölgesi” altında tek ses olan coğrafya, bugün farklı dillerde dua ediyor, ama aynı acıyla konuşuyor. Cumhuriyet, yüzyıl önce bu coğrafyadan çekildiğinde ardında iki miras bıraktı: Birincisi diplomasi, ikincisi yalnızlık.
Şüphesiz ki yakın geçmişte yüzümüzde kalan utançları Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türk-Kürt-Arap ittifakı ile şekillenen tarz-ı siyaseti ile üstümüzden atabildik.
Son söz yerine
Bugün bölgede konuşulan “ittifak” kelimesi, çoğu zaman masa başı bir kurgudan ibaret. Oysa Türk–Arap–Kürt birlikteliği, yalnızca siyasî değil, medeniyet temelli bir hatıradır. Bir zamanlar aynı sofrada oruç açan bu halklar, şimdi aynı acının farklı alfabelerini konuşuyor. Gazze’nin yıkık duvarları arasında bir çocuk ağladığında, Diyarbekir’de, Musul’da, Amman’da o ses yankılanıyor. Bu yankının ortak dili “ittifak” değil, insanlık aslında. Ama devletler, insanlık yerine hesap konuşur. Türkiye de işte o hesapların arasında, hem vicdanı hem çıkarı tartan bir terazinin başında duruyor. Ankara’nın diplomatik söylemi, son aylarda dikkat çekici biçimde üç sesle konuşuyor: Türk diplomasisinin soğukkanlılığı, Arap kamuoyunun öfkesi ve Kürt coğrafyasının sessiz duası. Bu üç ses, eğer aynı cümlede buluşabilirse, ateşkes sadece Gazze’de değil, coğrafyanın tamamında bir kurtuluş cümlesine dönüşebilir.