Gazze bu adama emanet! Müslüman düşmanı Tony Blair'in günah galerisi

Mehmed Mazlum Çelik celikmehmedmazlum@gmail.com

Nerede bir zulüm varsa, nerede bir mazlumun kanı akıyorsa, uluslararası sistem bir şekilde Tony Blair’i “akil insan” diye sahneye çıkarıyor. En son Donald Trump’ın Gazze Planı’nda bile barışın hamisi olarak ilan edilen isim oydu. Fakat bu “barış elçisi” imajının ardında kim var, hangi karanlık sayfaların orta yerinde hep Blair karşımıza çıkıyor, gelin yakından bakalım.

Yeni Britanya’nın Vaatleri: Tony Blair’in Yükselişi

Bazı liderler, sadece kendi ülkelerinin değil, bir çağın ruhunun da tercümanı olur. Tony Blair, 1990’ların ortasında İngiltere’ye “yeniden doğuş” vaadiyle çıkan genç ve parlak bir isimdi. Soğuk Savaş sona ermiş, ideolojilerin yerini imajlar almıştı. Blair, bu yeni çağın çocuğuydu: kelimelerle büyüleyen, siyaseti bir sahneye çeviren bir figür.

1953 Edinburgh doğumlu Blair, klasik aristokrasiden gelmese de İngiliz elitinin kalıplarında yetişti. Fettes College disiplini, Oxford’daki hukuk eğitimi, ardından “barrister” olarak kazandığı hitabet kabiliyeti… Hepsi, gelecekte siyasette en etkili silahının —dilinin— temellerini attı. Blair için siyaset, fikirlerden önce bir anlatı sanatıydı. Sözcüklerin ritmiyle kitleleri etkilemeyi, daha otuzuna varmadan öğrenmişti.

İşçi Partisi’ni Yeniden Canlandıran Avukat

1970’ler ve 80’ler İngiltere’si, Margaret Thatcher’ın demir politikalarıyla biçimlenmişti. Sendikalar kırılmış, refah devleti gerilemiş, İşçi Partisi ise kimliğini yitirmişti. İşte bu yorgun solun içinden Tony Blair çıktı. 1983’te milletvekili olduğunda sistemin merkezinden uzaktı ama çok geçmeden yıldızı parladı. Dili sade, üslubu karizmatikti; Labour’u yeniden iktidar yürüyüşüne sokabilecek yeni bir söylemin habercisiydi. 1994’te parti liderliğine geldiğinde, artık sadece bir siyasetçi değil, partiyi ideolojik anlamda yeniden kodlayan bir mühendisti.

Blair, “İdeolojiden çok pragmatizm” diyordu. “Üçüncü Yol” adını verdiği modelde, sağın piyasa rasyonalizmiyle solun adalet idealini buluşturmayı hedefledi. Bu sentez, 1990’ların küreselleşme çağında liberal demokrasilere yepyeni bir umut gibi görünüyordu. Başlarda işler gerçekten de rüya gibiydi: eğitim, sağlık, sosyal hizmetler... Reformların temposu, toplumun genelinde bir “yeni başlangıç” duygusu yaratmıştı. Siyaset yorgunu İngiltere uzun zaman sonra kendini yeniden genç hissetmişti.

Barış Mimarı mı, Sömürgeciliğin Yeni Sözcüsü mü?

İçerideki başarı, Blair’i dış politikada da cüretkâr hale getirdi. 1998’de Kuzey İrlanda’da onlarca yıllık kanlı süreci bitiren Good Friday Anlaşması onu uluslararası arenada yıldızlaştırdı. Sinn Féin lideri Gerry Adams ve eski IRA komutanı Martin McGuinness ile kurduğu diyalog, “barışçıl çözüm”ün sembolü olarak sunuldu. Fakat çok geçmeden, Blair’in aynı yöntemi Balkanlar’da ve Orta Doğu’da denemesi, bu barışçıl maskenin altındaki müdahaleci ruhu açığa çıkaracaktı.

Kosova: Ahlak Adına Başlayan Kanlı Savaş

1999’da NATO öncülüğünde Sırbistan’a karşı başlatılan Kosova operasyonu, Blair’in “insani müdahale” doktrininin ilk sahnesiydi. Chicago’daki ünlü konuşmasında “kötülük karşısında sessiz kalmamalıyız” diyordu. Ne var ki bu sözler, BM onayı olmadan yürütülen bir savaşın üzerini örten yalanlardan başka bir şey değildi. Uluslararası hukuk rafa kaldırılmış, “ahlaki sorumluluk” söylemi Batı müdahaleciliğine yeni bir meşruiyet perdesi olmuştu.

Rambouillet görüşmeleri sırasında Sırbistan’a sunulan, NATO askerlerine ülke içinde sınırsız hareket özgürlüğü veren şart, bilerek konulmuş bir “zehirli madde”ydi. Reddedilmesi kaçınılmazdı ve öyle oldu. Ardından gelen bombardıman 78 gün sürdü; binlerce sivil öldü, Belgrad’daki Çin Büyükelçiliği dahi vuruldu. “Cerrahi hassasiyet” dedikleri, sivillerin enkazında kayboldu. Blair, bu savaşı “insanlık görevi” diye pazarladı ama geride bırakılan yıkım, ahlakın değil gücün zaferiydi.

Irak: Ahlaki İdealin Çöküşü

2003 yılına gelindiğinde Blair, artık Washington’un sağ kolu gibiydi. Irak’a yapılan müdahale, onun siyasi mirasını sonsuza kadar değiştirecekti. Saddam Hüseyin’in “45 dakika içinde kimyasal silah kullanabileceği” iddiası, istihbarat manipülasyonunun sembolüne dönüştü. Sonradan belgelenen Chilcot Raporu, Blair’in “kanıtları çarpıtarak savaşa meşruiyet kazandırdığını” açıkça ortaya koydu. Parlamento kandırılmış, halk korkuyla yönlendirilmişti.

Blair’in “Irak halkını kurtarma” söylemi, petrol ve jeopolitik hesapların arkasında eridi. Bagdat bombalanırken “özgürlük ihracı”ndan söz etmesi, artık bir trajedinin ironisiydi. O günlerde, Londra’da insanlar ona “Bush’un köpeği” diyordu. İngiltere tarihinde ilk kez bir başbakan, kendi ülkesinin çıkarlarını değil, bir başka ülkenin liderini savunuyordu.

Bugün: Aynı Figür, Yeni Krizler

Sierra Leone, Afganistan ve şimdi Gazze... Nerede bir müdahale varsa, orada yine Tony Blair var. Her defasında “barış elçisi”, “akil adam” ya da “diyalog mimarı” olarak sunuluyor. Fakat tarih ve vicdan, bu adamı çoktan yargıladı. Kosova’dan Irak’a, “ahlak” adına yürütülen savaşların hepsi, onun imzasını taşıyor.

Gazze’ye gelince... Tarihin ve insanlığın asla affetmeyeceği bir liderin o masada yapabileceği yegane şey sükuttur.

Tüm yazılarını göster