Osmanlı ve Batının İktisadi ve Toplumsal Yaşama Bakış Farklılıkları
Osmanlı toplumu, sosyoekonomik örgütlenmesini üretim fazlası üzerinden kurgulayan Batı medeniyetinden tamamen farklı bir eksen üzerine inşa etmişti. Osmanlı iktisadi sistemi insanı merkeze alan, temel ihtiyaçların güvenli ve eşitlikçi biçimde karşılanmasını hedefleyen, sermaye birikimini ve sınıfsal ayrışmayı mümkün olduğunca sınırlandıran bir düzenlemeye dayanıyordu. Mehmet Genç’in kavramsallaştırdığı üç temel ilke — iaşe, gelenekçilik ve fiskalizm — Osmanlı toplumunun bu özgün yapısının anlaşılmasında merkezi bir rol oynar (Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Yayınları, 2000). İaşe ilkesi, iktisadi hayatın nihai amacını üretimin kâr maksimizasyonu değil, halkın ihtiyaçlarının ucuz ve kaliteli biçimde karşılanması olarak belirler. Bu anlayışta malların fiyatlarının denetim altında tutulması, üretim merkezlerinin belirli ölçeklerde sınırlandırılması ve iaşeyi riske atacak tekelleşmelerin engellenmesi devletin asli görevlerinden biri sayılmıştır. Bu durum, üretimin bir kamu hizmeti olarak telakki edildiğini ve piyasanın kendi başına işleyen bir mekanizma olmaktan ziyade devletin denetimi altında şekillendiğini gösterir.
Batı’da aynı dönemde gelişen kapitalist modelin temelinde ise üretim fazlasının pazarlara taşınması, sermaye birikiminin sürekli genişlemesi ve toplumsal ayrışmayı derinleştiren bir dinamik yatıyordu. Osmanlı için eşitlik, Batı’nın anladığı anlamda fırsat eşitliği değil, toplumsal dengeleri bozmayacak bir refah paylaşımıydı. Bu yaklaşım, geniş halk kesimlerinin temel ihtiyaçlara erişimini korurken, Batı’daki gibi devasa servet birikimlerinin ortaya çıkmasına izin vermedi. Osmanlı’da sosyoekonomik eşitlik, piyasa dinamiklerinden ziyade devletin düzenleyici kapasitesi ve vakıfların sosyal dayanışma mekanizmaları üzerinden güvence altına alınmıştı. Özel mülkiyet korunuyor olsa da, servetin serbestçe büyümesine ve alternatif güç odakları oluşturmasına müsaade edilmemesi, toplumsal barış ve devlet otoritesi açısından stratejik bir tercihti.
Buna karşılık Batı medeniyeti, özellikle 16. yüzyıldan itibaren hızlanan kapitalist dönüşümle birlikte farklı bir yol izledi. Kapitalist sistemin özünü oluşturan sermaye birikimi, üretimin ve ticaretin temel amacını kâr maksimizasyonuna yönlendirdi. Osmanlı’da üretim fazlası, ihtiyaçların karşılanmasının ardından dengeli bir biçimde bölüşülürken, Batı’da üretim fazlası yeni pazar arayışlarının ve sömürgeci genişlemenin itici gücü haline geldi. Bu model, başlangıçta ekonomik dinamizmi artırmış olsa da toplumsal eşitsizlikleri derinleştiren bir kırılmayı beraberinde getirdi. Avrupa’da sermaye birikiminin devletin denetiminden büyük ölçüde bağımsız gelişmesi, yeni toplumsal sınıfların doğmasına yol açtı. Ticaret burjuvazisinin güçlenmesi, aristokrasiyi zorlayan, krallıkları dönüştüren ve nihayetinde modern devletin yapısını yeniden tanımlayan bir süreç başlattı.
Bu gelişmeler, Osmanlı’daki fiskalist anlayışla taban tabana zıttı; zira Osmanlı maliyesi, devlet gelirlerini maksimize etmeyi hedeflese de, bunu toplumsal dengeleri koruma kaygısıyla dengeliyordu. Batı’da sermayenin siyasal gücü zamanla devletin üstüne çıkmaya yönelirken, Osmanlı’da devletin iktisadi hayattaki belirleyici konumu hiçbir zaman sarsılmadı. Bu noktada Osmanlı, piyasanın bağımsız bir aktör değil, devletin ihtiyaçlarına tabi bir alan olduğunu varsayan bir iktisadi paradigmayı temsil ediyordu. Farklılık, yalnızca ekonomi politikalarının araçlarında değil, toplumun değerler sisteminde, otorite anlayışında ve eşitlik kavrayışında köklü bir ayrışmaya işaret ediyordu.
Bu ayrışmanın sonuçları 18. yüzyıldan itibaren giderek daha görünür hale geldi. Osmanlı, iaşeyi güvence altına alma hedefiyle ithalata uzun süre kolaylık tanırken, Batı aynı dönemde ihracatı artırma ve yerel üretimlerini koruma yönünde yüksek gümrük duvarlarıyla desteklenen politikalar izliyordu. Osmanlı’nın temel ihtiyaç mallarının ucuz ve erişilebilir kalmasına yönelik yaklaşımı, uzun vadede Batı’nın sanayi üretimi karşısında rekabet gücünü zayıflattı. Batı, sürekli sermaye birikimini önceleyen ve pazar genişlemesini zorunlu kılan bir iktisadi model geliştirmiş, Osmanlı ise aynı dönemde üretimi toplumsal ihtiyaçlarla sınırlayan bir düzeni korumuştu.
Batı’nın geliştirdiği model ise, ekonomik dinamizmin bedelini toplumsal eşitsizlik üzerinden ödeten bir medeniyetin açmazlarını barındırır. Sermaye birikiminin devlet denetiminden bağımsız ilerlemesi, toplumsal sınıflar arasındaki uçurumu derinleştirdi ve modern dönemin en kalıcı sorunlarından birini doğurdu. Sanayi devrimiyle birlikte artan üretim kapasitesi, emeğin maliyetini düşürerek işçi sınıfının genişlemesine yol açarken, servet birikimi toplumun üst katmanlarında yoğunlaştı. Bu dönemde Avrupa şehirleri, bir yanda aşırı zenginleşmiş sermaye sahipleri, diğer yanda kötü koşullarda çalışan ve yaşamını idame ettirmekte zorlanan kalabalık yoksul kitlelerle keskin bir şekilde bölündü.
Buna karşın Osmanlı toplumu, vakıflar, ahilik teşkilatları ve devlet müdahaleleri aracılığıyla bu tür bir uçurumu engelleyecek mekanizmalar geliştirmişti. Osmanlı kentlerindeki vakıf temelli sosyal dayanışma yapıları, yalnızca yoksul halkın temel ihtiyaçlarını karşılamakla kalmıyor, aynı zamanda eğitime, sağlığa ve kültürel hayata erişimde toplumsal dengeyi destekliyordu. Dolayısıyla Osmanlı’nın eşitlik anlayışı, Batı’nın liberal piyasa dinamiklerinden türeyen bireysel haklar söyleminin ötesine geçen, toplumsal sorumluluk ve kamu yararını merkeze alan bir yaklaşımı temsil ediyordu. Bu farklılık, modernleşme sürecinde Osmanlı ile Batı arasında ortaya çıkan çatışmaların epistemik temelini de açıklar: Batı, sürekli ilerleme ve büyüme paradigmasına yaslanırken Osmanlı, toplumsal dengeyi ve sürdürülebilirliği önceleyen çevrimsel bir tarih anlayışına bağlı kalmıştır.
Daniel Markovitz’in meritokrasi tuzağı teorisinin temel tezi tam da bu tarihsel sürecin uzun vadeli sonuçlarına işaret eder (The Meritocracy Trap: How America’s foundational myth feeds inequality, dismantles the middle class, and devours the elite, Penguin Press, 2019). Sanayi devrimiyle birlikte hız kazanan teknolojik dönüşüm, başlangıçta üretkenliği artırmış olsa da orta sınıfların ekonomik, sosyal ve kültürel konumlarını aşındırmaya başlamış ve kamusal alana katılımlarını sürekli daraltmıştır. Markovitz’e göre, kapitalizmin ilk evrelerinde eğitim, sosyal mobilite için bir fırsat penceresi işlevi görmüş; ancak 1970’lerden itibaren hızlanan otomasyon ve küreselleşme, düşük ve orta beceri gerektiren işlerin değerini dramatik biçimde düşürmüştür. Bu dönemde yüksek beceri gerektiren işler yalnızca elit bir kesimin erişebildiği bir ayrıcalığa dönüşmüş, üst düzey eğitim kurumları bu elitist yapıyı pekiştiren araçlara evrilmiş, sonuçta Batı toplumlarında sosyal mobilite zayıflamış ve sınıfsal eşitsizlikler keskinleşmiştir. Osmanlı ile Batı arasındaki tarihsel farklılık, burada çarpıcı biçimde görünür hale gelir. Osmanlı toplumsal düzeninde eğitim ve ekonomik statü birbiriyle güçlü bir şekilde bağlantılı değildi; bireylerin yükselişi daha çok ahilik teşkilatı, vakıf kurumları, dini otoriteler ve devlet bürokrasisinin dengeli işleyişi üzerinden şekilleniyor ve sosyal dayanışma mekanizmaları aracılığıyla toplumsal farklılıklar daha yönetilebilir bir ölçekte tutulmuştur.
Bugün Batı toplumlarının karşı karşıya olduğu temel krizlerden biri, teknolojik ilerlemenin geniş kitleler için eşitlik yaratmak yerine, eğitim ve gelir üzerinden yeni bir kast sistemi oluşturmasıdır. Yüksek ücretli meslekler, yalnızca yoğun kaynak yatırımıyla erişilebilen eğitim kurumları aracılığıyla mümkün hale gelirken, orta sınıflar giderek dışlanmaktadır. Osmanlı modeli, toplumsal dengeyi bireysel rekabetin üzerine koyarak bu tür yapısal eşitsizliklerin önüne geçebilecek alternatif bir düzenin örneğini sunar. Vakıf kurumları, kolektif sorumluluk bilinci ve devletin düzenleyici otoritesi, modern kapitalizmin ürettiği uçurumların doğmasına izin vermeyen bir sosyal yapı inşa etmiştir. Bu nedenle Osmanlı deneyimi, Markovitz’in tanımladığı meritokrasi tuzağının bir tür tarihsel anti-tezi olarak görülebilir.
Sonuç olarak Osmanlı ve Batı arasındaki ayrışma, yalnızca ekonomik bir farklılık değil, iki farklı medeniyet tasavvurunun karşılaşmasıdır. Osmanlı, insanı merkeze alarak toplumsal barış ve eşitliği korumayı hedefleyen bir düzen kurmuş, sermaye birikiminin siyaseti belirleyen bağımsız bir güç haline gelmesine izin vermemiştir. Batı ise ekonomik büyüme ve teknolojik ilerlemeyi merkeze alan bir model inşa etmiş, ancak bu süreç toplumsal eşitsizlikleri derinleştiren bir yapısal krizi beraberinde getirmiştir. Osmanlı sistemi, ekonomik olarak Batı karşısında uzun vadede zorlanmış olsa da, Mehmet Genç’in vurguladığı gibi bu direniş dönemi yalnızca bir gerileme hikâyesi değil, aynı zamanda Osmanlı’nın kendi değerlerini koruma çabasının bir ifadesidir.
Osmanlı’nın iaşe merkezli iktisadi düzeni ve vakıf temelli sosyal dayanışma mekanizmaları, yalnızca ekonomik eşitliği değil, aynı zamanda sivil alanın sürekliliğini de destekleyen bir yapıyı mümkün kılmıştır. Sivil alan, Mehmet Genç’in de işaret ettiği gibi, devlet otoritesinin yanı sıra toplumsal dengeyi sağlayan bağımsız kurumlar aracılığıyla işlerlik kazanıyordu. Vakıf müesseseleri, ahilik teşkilatları, medreseler ve hisbe sistemi, farklı toplumsal aktörlerin kolektif sorumluluk bilinciyle yatay bir denge mekanizması kurmasına imkân veriyordu. Bu yaklaşım, Osmanlı’yı Batı’daki sermaye temelli sosyal tabakalaşmadan ayırmakla kalmamış, toplumsal çeşitliliğin ve kültürel üretimin zenginleşmesine de zemin hazırlamıştır. Buna karşılık, Batı’daki kapitalist üretim tarzı ve Markovitz’in meritokrasi tuzağı olarak nitelendirdiği dinamikler, sermaye birikimini toplumsal güç dengesinin merkezine yerleştirmiş, eğitim ve istihdamı dar bir elit zümrenin erişebileceği alanlara hapsetmiştir. Batı, sermaye birikimi ve sanayileşme üzerinden güç kazanırken, Osmanlı toplumu sosyal dayanışma, iaşe dengesi ve vakıf temelli kamusal alan üzerinden daha dengeli bir eşitlik anlayışını sürdürmeye çalışmıştır. Bu karşıtlık, bugünün küresel ekonomik düzeninde hâlâ yankılarını sürdürmektedir. Batı, kendi modelinin doğurduğu eşitsizlikler ve toplumsal kırılmalarla yüzleşirken, Osmanlı tecrübesi devletin toplumsal sorumluluğu, piyasa düzenlemesi ve sosyal dengeyi önceleyen yaklaşımlarıyla alternatif bir perspektif sunmaya devam etmektedir.