Yankı odalarını yıkmak... Yeni bir dil imkanı üzerine
Her medeniyetin hayata, insana dair bir bakışı vardır. Bu bakış, o medeniyetin değerler dünyası ile ilişkilidir. Söz konusu medeniyetin hayat alanı bulduğu mekânlar, bu bakışı yansıtan formlarla doludur. Formlar genel ifadesi ile medeniyetin kültürünü oluştururlar. İnsanlar, o medeniyetin kültür havzasında yaşarlar ve üretirler. Hayatlar, o formların etkisiyle şekillenir, dönüşür. İnsanların her alandaki üretimi de yaşanan kültürden beslenir, etkilenir ve izini taşır. Bu bakımdan üretilenleri, üretildiği kültür havzasından soyutlamak veya üretilenleri, üretildiği kültür havzasını ve dinamiklerini anlamadan kavrayabilmek oldukça zordur.
Değerler dünyasından, o medeniyetin mensupları tarafından eğitimden ekonomiye, hukuka, mimariye, sağlığa, edebiyata, sanata, çevreye ve insan ilişkilerine kadar hayatın tüm alanlarına dair bilgiler üretilir ve bu bilgilerden hayat formları oluşturulur. Formlar hayatın sürekliliğini sağlarlar. Formlar aynı zamanda kültürün birer taşıyıcılarıdır. Formların da bir dili vardır ve medeniyetine dair konuşur. Formlar üzerinden bir iletişim ve etkileşim söz konusudur. Formlar sürekli üretiliyor ve hayata geçirilebiliyorsa yaşayan bir medeniyetten bahsedilebilir. Bir başka ifadeyle hayatın formlara ihtiyacı vardır ve medeniyetin değerleri, bu formlarla (kültür) dünyada karşılık bulup yaşatılabilir ve sürdürülebilir. Formlar ait olduğu medeniyetin değerlerini yansıttığı gibi bu değerlerin yaşamasını da kolaylaştırır. İnsan, kendisini çevreleyen formların taşıdığı değerlerden etkilenmekte ve zamanla bunları içselleştirmektedir. Formlar hayatın tüm alanlarını kapsadıkça, medeniyet kendi insanını yetiştirmeye, beslemeye ve yalnız bırakmamaya başlar.
Her medeniyet tasavvurunun hayata geçtiği vasat şehirdir. Dolayısıyla, bir medeniyet tasavvurunun, şehirleşmedikçe, kendi şehrini oluşturmadıkça, yani ürettiği formların bir tutarlı bütün içerisinde hayatiyet bulacağı mekânlar oluşmadıkça yaşaması da zordur. Şehirleri hangi medeniyetin formları dolduruyorsa şehirler o medeniyetin şehirleri olmaya başlamaktadır. Çünkü formlar neşet ettikleri medeniyetin değerlerini yansıtmakta ve değerlerin yaşanabilirliğini kolaylaştırmaktadır. Sadece başka bir medeniyetin formlarını kullanarak kendi medeniyetimizi inşa etmemiz veyahut medeniyetimizin var olan formlarını sürdürmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla medeniyetimizin formlarının koruma altında olması bir açıdan olumsuzluğa, yani artık form üretiminin yavaşladığı veya durduğuna, dolayısıyla bir medeniyet krizine işaret etmektedir.
Bilgi üretimi ve bu üretimle hayatın zenginleşmesi ve devinim kazanması, medeniyetin dinamikliği ve sürekliliğini belirleyen en önemli karakteristiklerden birisidir. Değerler dünyası, bilgi ve formlar arasındaki bu verimli ve üretken geçişkenlik sağlanmadığında, o medeniyetin değerlerinin hayata aktarılmasıyla ilgili kritik gerginlik ve çelişkiler de görünür olmaya başlar. Hayat formlar talep eder. Eksikliğinde başka formlar doldurur hayatı ve o formların ait olduğu kültür iklimini beraberinde taşır. Farklı kültür iklimlerini taşıyan formların insana yansıması, insanın hayata bakışında ve davranışlarında karşılığını bulur.
Medeniyet kültür üzerinden nefes alıp verir. Kültürünüzü sürekli üretemiyorsanız, onu tarihî bir dilime hapsetmek ve turistik bir ilişki kurmak zorunda kalırsınız. Bu davranış biçimini tipik olarak tarihî binalara yaklaşımda sıklıkla görürüz. Tarihî binalar hayattan/nefesten arındırılıp koruma altına alınır. Binayı/formu yaşatan, nefes veren doku olduğu için dokuyu yok edip, içindeki formları ortadan kaldırıp başka medeniyetin formları ile doldurup sadece geçmişte size ait bir binayı/formu korumaya çalışmak aslında çaresizliğe işarettir.
Batı Medeniyetine Dayalı Dil İnşası
Son üç yüz yıldır hâkimiyetini sürdüren Batı Medeniyeti kültürünü tüm dünyaya yaymıştır ve yaşaması için de büyük mücadele vermektedir. Bu bağlamda, örneğin Edward Said, Oryantalizm kitabında bu süreçte oluşan devasa külliyatın yapı sökümünü yapmakta ve Oryantalizmi saf bir doğu bilimi, doğuyu anlama girişimi olmanın ötesinde Doğu’nun Batılı temsilini üretme ve yönetme/zaptu rapt altına alma çabası olarak tanımlamaktadır (Orientalism, Vintage Books, 1979). Said, Oryantalist külliyatın etkilerinin her yere sirayet ettiğinden yola çıkarak çalışmasında ‘…sadece akademik çalışmaları değil, aynı zamanda edebiyat eserlerini, siyasi broşürleri, gazetecilik metinlerini, seyahat kitaplarını, dini ve filolojik incelemeleri de..’ detaylı bir şekilde inceleme zorunluluğu hisseder (sh.23).
Diğer taraftan bu kapsamlı üretim süreci sadece Batı ile sınırlı kalmamakta, ayrıca bu kültürün yaygınlık kazandığı ülkelerdeki içerik üreticileri tarafından da aynı dil ve üslup üzerinden üretimle desteklenmektedir. Çünkü, bu içerik üretimi o kadar güçlü ve kapsamlıdır ki Said’in Gramsci’den alıntıyla kullandığı bir kültürel hegemonyaya dönüşmüştür ve bu ana akım dışındaki üretim görünmez ve nihayetinde hükümsüzleştirilir (sh.7). Böylece Batı dilini yansıtan üslupla bu devasa içerik üretimi Batı medeniyetinin hem gücünü hem de savunma refleksini artırmaktadır.
Dolayısıyla, ülkemizde özellikle bilginin üretimi kadar üretilen bilginin ve formların medeniyetimizle kurduğu ilişki bu minvalde tekrar değerlendirilmeye ihtiyaç duymaktadır. Küreselleşen dünyada Batı medeniyetinin bir şekilde girmediği bir mekân kalmazken girdiği yerlerde aydınların ve bilim insanlarının bilgiyle kurdukları ilişki medeniyet inşası açısından tekrar kafa yorulması gereken bir mesele olarak önümüzde durmaktadır.
Zeynep Çelik, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet entelektüellerinin oryantalizme tepkisini anlamaya yönelik orijinal ve kapsamlı bir çalışmasında dönemin hemen hemen tüm entelektüellerinin tepkilerinin ortak noktasının ‘oryantalizmin reddi’ olduğuna, dolayısıyla Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin birbirinden ayrık olmadığı, tam tersine süreklilik arz ettiğine vurguda bulunmaktadır (Avrupa Şark’ı Bilmez, Eleştirel Bir Söylem (1872-1932), Koç Üniversitesi Yayınları, 2019). Daha önce ifade ettiğimiz gibi bu ortak duruş, bir taraftan Batı diline karşı savunmayı tahkim ederken diğer taraftan edebiyat, sanat, mimari, tarih vs tüm alanlarda kapsamlı yeni bir dil inşasını da tetiklemiştir. Ancak, bu kapsamlı ve son derece kritik çabaların Çelik’in de ifade ettiği gibi 1930’lı yıllardan sonra zayıfladığını görmekteyiz. Böylece Batı dili ana akım olabilmiştir.
Dolayısıyla, hemen hemen tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de aydınların ve bilim insanlarımızın uzun yıllardır temas kurdukları bilgi ve kültür de Batı medeniyetini temsil etmektedir. Entelektüel geleneğimiz bir şekilde bu minvalde kurulmuştur. Dolayısıyla ülkemizde uzun yıllar bilgi ve form üretimi bu dile dayalı gerçekleştirildi. Bu dili taşıyan sosyal ağ, yaşamın tüm alanlarını kapsamına aldı. Said’den alıntı ile söyleyecek olursak akademik çalışmalar da edebiyat eserleri de siyasi yaklaşımlarda bu gömülü dilin yansımalarını daha baskın bir şekilde yansıttı. Kısacası uzunca bir dönemin kültür üreticileri ve taşıyıcıları bu ağ tarafından gerçekleştirildi. Bu ağ tarafından taşınan kültür de doğal olarak Batı medeniyetinin dili üzerine inşa edilmişti.
Dolayısıyla, bu kesim ana akım olarak bizatihi batı medeniyet dilinin taşıyıcıları olurken çevre maruz kalan kesim oldu. Bu ağın tüm imkânlara uzun süreli erişebilir olması zamanla üstenci tavrı pekiştirdi, çevre sürekli baskılandı. Aslında bugünün kutuplaşmalarının ve yankı odalarının kökeni tarihsel olarak bu ilişki biçimine dayanmaktadır. Ana akım bir taraftan önceki avantajlarını devam ettirmeye çalışırken diğer taraftan ‘biz’ de buluşmaya çok tutucu bir tavır sergileyebilmektedir. Dahası çoğu kez kutuplaşma bile bu ağının dışında farklı seslerin, yaklaşımların oluşumu olarak değerlendirilmektedir. Bu kutuplaşmalar ve bir araya gelememelerin özellikle son yıllarda tüm ülkelerde tekrar çok daha derinleş(tiril)diği görülmektedir. Çoğu ülke benzer sorunlardan ve siyasi kutuplaşmalardan mustariptir. Böylece ülkeler güçsüz düşürülmekte, kısır çekişmelerle enerjileri tüketilmekte ve ayağa kalkabilmeleri önlenmektedir.
Yankı Odalarını Yıkma ve Yeni Dilin İnşasına Katkı Verme Zamanı
Bu üstenci tavırdan vazgeçilmediği sürece yankı odaları devam edecektir. Özellikle son 20 yıl bu bağlamda çevrenin her türlü hizmete erişiminin sağlandığı, çevrenin merkeze taşındığı ve çevrenin de önemli deneyimler kazandığı bir dönem oldu. Ancak, yukarda ifade edilen bağlamda farklı ve kapsamlı bir dil inşası maalesef sağlanamadı. Doğal olarak bilgiyi, içeriği üretenler her alanda dili inşa ederek kültürel formlara nüfuz edebilmektedir. Bilgi üretim sürecinde yer almadan, bunun çilesini çekmeden sadece retorik olarak farklı bir dilden bahsetmenin neticeye bir etkisi olmamaktadır. Dolayısıyla, Zeynep Çelik’in oryantalizm bağlamında ifade ettiği tüm kesimlerin ortak duruşu ile başlayan ve 1930’lardan sonra zayıflayan kendimize Batı’nın bakışını tahkim etmek yerine kendimiz tarafından bakılan yeni bir dil inşası çabasını kapsamlı bir şekilde yeniden başlatmalıyız. Vedat Bilgin’in işaret ettiği son dönemde Batı ile kurulan bağımlılık ilişkisinden karşılıklılık ilişkisine geçilmiş olması da bu bağlamda tarihi bir fırsattır (Türkiye Tartışmaları: Batılılaşmadan Modernleşmeye, Alfa Yayınları, 2024).
Çıkış noktamız değerler dünyamızı oluşturan varlık telakkisinin anlaşılması, bu bağlamda tarihi birikimimizin bihakkın tahkik edilmesi ve sonunda günümüzün kapsamlı bir değerlendirmesi yapılarak hayatın akışkanlığını bu minvalde sağlayan yeni bir dilin inşasıdır. Tarihi birikim, hem içinde gömülü olan varlık telakkisinin anlaşılması hem de bunun örnekleri ve bağlamının anlaşılması açısından kritiktir. Dolayısıyla, tarihi birikim Turgut Cansever’in ifadesiyle ölü kalıplar olarak anlaşılmamalı, tam tersine ucu açık kalıplar olarak değerlendirilerek tahkik-onarım-yeniden inşaya açık hale getirilmelidir. Örneğin, Halil İbrahim Düzenli’nin Turgut Cansever’in mimaride yeni dil te’lifine yönelik çabasını bu bağlamda değerlendirir: ‘Cansever’in düşünce dünyası ya da kavramsal çerçevesi varlık alanındaki sorgulama ile başlamakta, tarihi tecrübenin anlaşılması ile devam etmekte ve coğrafyaya özel çözüm arayışlarıyla bugüne ait kılınmaktadır.’ (Turgut Cansever (1920-2009), İslam Araştırmalar Dergisi, 2009, 22, sh.165).
Benzer çaba Kemal Tahir’de de Alev Alatlı’da da açıkça görülmektedir. Kemal Tahir nasıl batı kazanımlarını ‘yerli meselelerimizi çözmek için aşmayı’ düşünmemeyi, ‘kaytarmacılık’ olarak nitelendirdi ve kaytarmamak için “…memleketin gerçeklerini bıkıp usanmadan, aralıksız yeniden araştırmak, eleştirmek gerekir…”i salık verdiyse (Kemal Tahir, Kolaya Kaçmayalım, KeTeBe Yayınları, 2024, sh.147 ve 152). Alev Alatlı bunu daha da ileriye taşıyarak eserleri, yetiştirdiği insanlar ve ortaya koyduğu Kapadokya Üniversitesi ile somutlaştırmıştır. Alatlı’nın diğer eserleriyle bir bütünlük arz eden ‘Batıya Yön Veren Metinler’ ve ‘Bize Yön Veren Metinler’i bu doğrultunun işaret taşlarıdır. Örnekleri farklı alanlardan çoğaltmak mümkündür.
Özetle aslolan toplumun tüm kesimlerinin müktesebatıyla kadim geleneğimizi ve tarihi birikimimizi de dikkate alacak şekilde yeni bir dil inşası için bir araya gelebilmesidir. Bilgi üretiminde bir yandan evrensel ölçütler gözetilirken, öte yandan kendi tarih ve kültürümüzün göz önüne alınması gereklidir. Bu, diğer kültürlerden veya medeniyetlerden öğreneceğimiz bir şey olmadığı veya kültürler arası etkileşimden kaçınmak gerektiği anlamına elbette ki gelmez. Bu mümkün de değildir. Aksine, sırf kendi kültürümüzü bihakkın anlayabilmemiz için bile diğer kültürlerle temasa geçmemiz zorunludur. Dahası, kendi kültürümüzden nefret etmeksizin veya reddetmeksizin, kültürümüzü zenginleştirebilmek için her daim diğer kültürlerle temasa geçmemiz gereklidir.
Gelinen noktada bir araya gelme, güçlü bir fırsat olarak önümüzde durmaktadır. Dahası toplumda farklı kesimler sosyolojik olarak birbirinden tamamen ayrılmış ve birbirlerinden etkilenmeyen organik yapılar da değildir. Aslında küresel dönüşümlerin yol açtığı meydan okuyucu saldırılar göz önüne alındığında toplumdaki her kesim bunlardan benzer şekilde etkilenmektedir. Toplumun tüm kesimlerine yönelik tehditler de aslında aynıdır. Bu nedenle, artık bir araya gelmek bir seçenek olmanın ötesinde zorunluluktur. Dolayısıyla gelinen noktada artık yankı odalarının yıkılmasına, ‘biz’de buluşmaya daha açık olan birleştirici, bu toprakların kültürüne dayalı yeni ortak bir dili inşa etmeye, birbirimizi dinlemeye, okumaya ve anlamaya bu yönde çalışmaya çok daha fazla ihtiyacımız bulunmaktadır.