En doğrusu ABD’nin kılcal damarlarına dokunarak işe başlamak

Prof. Dr. Metin Hülagü

Prof. Dr. Metin Hülagü

 Türk-Ermeni ilişkileri hakikaten özgün bir içeriğe sahiptir. Asırlara sari mazisine ilaveten gölgesinde yaşadığı devletin insanı ve idaresi ile kaynaşıp bütünleşmiş olması bakımından da müstesna bir durum arz eder. Ancak et ve kemik mesabesindeki bu kadim birlikteliği oluşturan aktörlerden daha zayıf olanı emperyalizmin ağlarına takılarak millet-i sâdıka hususiyetinden arınarak yol ayrımına savrulmuş, yüzyıl öncesinde edindiği yeni efendiler ile eski efendisine karşı tam bir kan düşmanlığı denilebilecek olan bir halet-i ruhiyeye sürüklenmiştir.

Ancak söz konusu evrilme o kadar mübalağalı olmuştur ki Şeyh Ziyaeddin Abdullah - Hacı Mehmet Efendi imzası ile 1 Şubat 1920 tarihiyle Anadolu’daki ABD temsilcilerine gönderilen protesto mektubunda Maraş’ın ateş ve kan içinde kaldığı belirtildikten sonra, kendilerini her daim himaye ettiğimiz Ermeniler şimdi eski efendilerine ihanet etmektedirler, katliam ve yağmaya koyulmuş bulunmaktadırlar. Zulümde bulunmakta berdevam olup bu noktada da Fransız askerlerinden teşvik görmektedirler. İslam tarihi böyle bir hadiseye şahitlik etmemiştir... Ermeni azgınlığının önüne geçilmemesi halinde kendilerinin mesul tutulamayacağı ihbar ve ikaz yollu da olsa ifade edilmiştir.

 

ABD belgelerine göre Ermeniler Birinci Dünya Savaşı sırasında gerek ABD gerekse İngiltere, Rusya ve Fransa tarafından müttefik olarak kabul görmüşlerdi.

Söz konusu belgelerin beyanına göre ABD ve müttefikleri için çeşitli kademelerde savaşmış olan silahlı Ermeni sayısı 200 bin kadardı. Daha önemlisi ise bu 200 bin Ermeni’den 100 bin kadarı Batılı devletler için canını feda etmekten çekinmemişti. 900 kolej ve üniversite öğrencisi Batı cephesinde silah kuşanıp onlar için savaşa koyulmuşlardı. Ermenilerin kaybettikleri toprakların değeri ise yine ABD belgelerine göre 5 milyar doları bulmaktaydı. Rusların çekilmesinden sonra Kafkas cephesindeki sorumluluğu bir anlamda Ermeniler omuzlanmıştı. Doğu cephesi galibiyetinin elde edilmesinde de Ermeni savaşçılar müttefiklere hatırı sayılır katkılar sağlamıştı.

Lord Robert Cecil’e göre Ermeniler Mezopotamya’nın elde tutulmasında ve petrol sahalarının korunmasında kendileri ve müttefikleri lehine büyük yararlılıklar göstermişlerdi. Ermenilerin Ermenistan’ın bir parçası olarak değerlendirmedikleri için Bakü’de gözleri yoktu, ancak Bakü için savaş vermişler, onu ellerinde tutabilmek için ciddi feragatlerde bulunmuşlardı. Sadece müttefiklerin menfaatine olarak Bakü’yü aylarca müdafaa etmekten çekinmediklerinden Osmanlı kuvvetlerinin Bakü’ye bir çırpıda ulaşmasına engel olan unsurlardan birisini oluşturmuşlardı. 1917 Aralığından 1918 Eylülüne kadar tam dokuz ay Bakü petrol sahasına Türk askerlerinin girişi Ermeniler dolayısıyla mümkün olamamıştı.

Meşhur Alman komutanı Erich Friedrich Wilhelm Ludendorff’un kaleme aldığı hatıralarında petrol yakıtı kıtlığı yaşanmasının Batı cephesinin elden çıkması nedeniyle gerçekleştiği, buna sebebiyet verenlerin ise Türkler olup Bakü’ye zamanında giremedikleri belirtilmişti. Dolayısıyla da Türkler söz konusu gecikmeden ötürü suçlanmıştı.

General Allenby ise Ermeni gönüllülerinden 8 tabur oluşturulduğunu ve bu gönüllülerin Türklere karşı zafer kazanılmasında öncü rol oynadıklarını ifade etmişti.

Amerikan ordusunda Albay olan John Price Jackson da Ermeni savaşçılar şayet görevlerini kritik bir zaman ve kritik bir mekanda büyük bir kahramanlık sergileyerek ifa etmemiş olsalardı muhtemeldir ki savaş, insan ve maddi sarfiyatımızın iki katı kadar daha kayıp vermemize neden olacak şekilde, bir yıl daha uzamış olacaktı. ABD ve müttefiklerine büyük katkılar sağlayıp kendilerini korkunç bir felakete maruz kılan söz konusu özverileri Ermenilere ise hiçbir şey kazandırmamıştır. Bilakis müttefikler tarafından ihanete uğramışlardır, demekteydi.

ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılımı hem ABD’ye hem de diğer devletlere müttefiklik etmekte olan Ermeniler tarafından kendi bağımsızlıklarının garantisi olarak değerlendirilmişti. Her ne kadar 1918’de Rusya dahilinde kendi elleri ile bir Ermenistan kurmuşlar ve bu durum Rusya, ABD ve müttefik devletler tarafından kabul edilmiş gibi bir işlem görmüş ve hatta Türkiye’ye ait 4 vilayet (Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis) Wilson Ermenistanı şeklinde isimlendirilerek söz konusu Ermenistan’a dahil edilmişse de ileride yapılacak barış müzakerelerinin, her ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, kendileri için de tam bağımsız bir vatan tayin edeceği Ermenilerin en büyük beklentisi olmuştu. Wilson Ermenistanı diye bilinen haritanın ortaya çıkmasında ABD Başkanı Wilson’un San Remo oturumunda muhakkak ki büyük bir rolü olmuşsa da söz konusu Ermenistan’ın varlığı Türk ve Rus kuvvetleri tarafından 1920’de nihayete erdirilmişti.

Hal böyle olsa da Ermeniler için tam bağımsız bir vatan tayini vurgusu gerek barış koşullarının konu edip 22 Ocak 1917’de Senato’da yapmış olduğu konuşması sırasında ABD başkanı tarafından gerekse ertesi yıl daha farklı isimler diliyle tekraren telaffuz edilme şansı elde etmişti. Hatta Lozan Konferansı’nın ilk oturumları esnasında bağımsız bir Ermenistan devletinin kurulacağı yönündeki ABD garantisini ABD Başkanı Warren G. Harding bir kez daha yinelemişti. ABD’nin Ermeniler için vatan arayışına müttefiki olan devletler de esasen destek vermişler, ancak Rusya’nın rızasının gözetilmesi ihmal de edilmemişti.

 

Senatör Lodge, Wilson’un da yetersiz olarak nitelediği Lozan Antlaşması’nın mevcut eksikliklerine işaret ettikten sonra, Ermenistan menfaatleri için istikbalde bizatihi kendisinin çaba göstereceğine dair Ermenilere söz vermişti. O günlerde bu noktada söz veren sadece Senatör Lodge değildi. ABD’nin sorumluluk makamında bulunan idareci ve siyasetçileri de ferdi veya kollektif bir duruşla ABD hükümetinin Ermenistan’a karşı sorumlulukları olduğunu ifade etmişlerdi.

 

Bu gelişmelere ve geçmişte yaptıkları hizmetlere mukabil Ermenilerin de, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha yeni kurulduğu o günlerde,  ABD yönetiminden bir kısım istedikleri bulunmaktaydı. Bu anlamda galiba en önemli talepleri; Türkiye ile yapılacak her anlaşmada, Başkan Wilson tarafından ortaya konulduğu, Başkan Harding tarafından da tasdik edildiği ve Senatör Lodge’un da Lozan Antlaşması imzalanmış olsa dahi Ermenilerin haklarının korunacağına dair vermiş olduğu sözler hatırlatılarak, haklarının korunması olmuştu. Diğer bir ifade ile Ermeniler, öz mevcudiyetleri ile haklarının ABD diplomatik desteği ile yine ABD tarafından muhafazasını talep etmişlerdi.

 

Ermeniler; geçen yüzyılda başta İngiltere, Fransa, Rusya ve nihayet ABD’ye hakikaten bütün benlikleri ile askeri, siyasi, bilgi aktarımı, danışmanlık, öğretmenlik, tercümanlık, konsolosluk ve daha başka bir çok alan ve konuda samimi suretteki çalışmaları ile hizmet vermişlerdi. Ancak yeni dostları İngiltere, Fransa ve Rusya gibi en yeni dostları ABD de kendilerine hiçbir fayda sağlamamıştı. ABD belgelerindeki ifadesiyle, Ortadoğu ve Kafkasların petrol bölgelerinin elde edilmesi ve muhafazasının sağlanmasında Ermenilerden fazlası ile yararlandıkları halde Lozan Konferansı’nda Ermeniler, hususiyle ABD olmak üzere, emperyalist olma sıfatını taşıyan söz konusu ülkeler tarafından, fazla bir surette dikkate dahi alınmamışlardı. ABD, Musul petrollerinden hisse kapmak için Ermeni müttefiklerini unutmakta hiçbir surette tereddüt göstermemişti. Kısmen de olsa Ermeni desteği ve kanı ile elde edilen Musul petrollerini bir grup Amerikan firması keyifle işletirken Ermeni katkısı akıllara dahi gelmemişti. Oysaki Başkan Harding Lozan’da bağımsız bir Ermenistan talebinin kurban edilmeyeceğine dair yazılı bir surette taahhütte dahi bulunmuştu. Ancak ne Harding’in yazılı vaatleri ne de Fransız delegasyon başkanı Camille Barrere yahut İtalyan delegasyonu başkanı Marquis di Garroni’nin resmi suretteki destek ve tasdikleri Lord Curzoun’un Ermeni davasının kabulü için yeterli olabilmişti. Zira nihayeti itibarıyla gerek ABD gerekse müttefikleri bir damla petrolü 100 bin Ermeni’nin kanından daha değerli görebilmişlerdi. Bırakınız tam bağımsız bir Ermeni vatanı tesis etmeyi, Türkiye’yi mandasına almayı olumlu bulmuşken, Ermenistan’ı mandalığına almayı dahi ABD kabul etmedi.

Kabul etmek gerekir ki petrol ile kan yahut kapital ile insan arasında her hangi bir tercih noktasında ne Ermeni’nin Türk’e, Arap yahut Kürt’e ne de bunlar arasından birinin veya sair milliyetlerin yek diğerlerine emperyalist ülkeler cihetinden hiçbir surette tercih edilir tarafı yoktu. Öyle olsaydı geçmiş asırların sömürgeciliği, Amerika’nın yahut Uzakdoğu’nun yok edilen medeniyetleri, Afrika’nın katledilen ve köleleştirilen insanları, Osmanlının parçalanan toprakları ve Ortadoğu’nun bugün dahi ateş ve kan içindeki hali söz konusu olabilir miydi hiç!   

Öyle olsaydı kandırılıp kullanılan ve Büyük Arap Krallığı, Büyük Arap Hilafeti vaatleri ile efendisine karşı silah çekmesi sağlanan, sonrasında ise sefil bir surette Kıbrıs adasında yaşamak zorunda bırakılan Şerif Hüseyin, İbn-i Suud’un elleri ile hırpalanır mıydı hiç!

Öyle olsaydı Saddam Hüseyin, Kaddafi ve daha niceleri kuruldukları gibi dağıtılıp acınacak akıbetlerinin muhatapları olabilirler miydi hiç!

Aradan geçen bir asırlık zaman diliminden sonra acaba tarih tekrar mı tekerrür ediyor!

Doğu’da yeniden eski güç ve ihtişamına kavuşma arayışında olan ve kendi kimliği ve köklerine dönme arzusu taşıyan ve bu istikamette adım adım yükselen bir gücün Irak, Suriye, Libya, Akdeniz, Kafkaslar, Afrika ve daha başka yerlerde acaba önü, Ermeni meselesi bahane edilerek, siyaseten kesilmek mi isteniyor?

Acaba bir zamanlar ABD başkanının isteği ile müzeleşmiş asırlara sari bir mabedin Ayasofya’nın öze dönüşün bir simgesi ve bu yöndeki en büyük tezahürlerinden birisi olarak yeniden camiye çevrilmiş olmasının Ermeni katliamı denerek hıncı mı alınmak isteniyor?

Öyle veya değil, hakikat şu ki onca asırlık efendileri ile bir asırlık efendilerinin tecrübesi ortadayken ve Dağlık Karabağ savaşında kendi kaderi ile baş başa bırakılmış olan, daha doğrusu bu duruma mahkum edilmiş bulunan, Ermenilerin istikballerini tayin etmede tarihi tecrübelerinden istifade etmek yerine Batılı emperyalistlerin yardımına müracaat etmelerinin kendilerine fayda sağlamayacağı aşikardır.

İstanbul’dan bir hafta sonu hareket ederek başkent Erivan’a gidip asırlık çınar ağaçları altında yürümek ve meydanında dolaşmak, Eçmiyazin’de göğüslere ferahlık veren bal karışımlı nefis rayihalı bitki çayı içmek, Sevan gölü tepesinde bir taraftan etrafı kuşbakışı seyrederek balık yemek varken emperyalizmin maşası olmaktan, diaspora tarzında bir hayat sürmekten ve geçim kaygısı ile köyleri boşalmış, işsiz ve meşgalesiz,  refah seviyesi dibe vurmuş ve en önemlisi, Kafkasların en büyük ABD sefareti Ermenistan’da bulunsa da, güvenlik kaygısı çeken bir Ermenistan olmaktan kurtulmak Ermenilerin izlediği mevcut siyaset tarzı ile bir hayli zor gözükmektedir.

Aynı coğrafyada yaşayıp sınır komşusu olsalar da birbirlerinden uzak bir surette yaşayan Türkiye ve Ermenistan gibi ülkelerin kendi problemlerini kendi tecrübeleri ile kendi aralarında müzakere edip çözüme kavuşturmaları her şeyden önce akl-ı selimin gereğidir. Karışanı çok olup ekmek tenekesi haline dönüştürülmüş bulunan Ermeni meselesinin yabancı eller tarafından karıştırılarak istismar edilip çözümsüzlük çukurunda bırakılmasına müsaade edilmemesi gerekir. Otuz yıldır Minsk Grubu’nun sulh ve sükun ile nihayete erdiremediği Dağlık Karabağ meselesi bu noktada ibret almak için kafi değil midir!

Haa, bu arada ABD’ye siyaseten karşılık verme noktasında ne İncirlik, ne Malatya ne de Kürecik... Daha küçük şeylerle herhalde işe başlamak daha doğru olsa gerekir. İncirlik, Malatya veya Kürecik yerine ABD’nin Türkiye’deki kılcal damarlarına dokunmak daha münasip olur sanki. Yahut 1927’de imzalanan ikili antlaşmanın garanti altına aldığı en ziyade müsamahaya sahip ABD’nin, Cumhuriyet’in tam anlamı ile nihayete erdiremediği, mevcut eğitim ve hayır kurumlarına müsamahasızlık göstererek dokunmak ve kendilerine tanınan imtiyazları birazcık olsun sınırlamak ya da tümüyle kapatmak daha hoş olmaz mı... Böyle bir tedbir hiç bir fayda sağlamasa dahi en azından Ahmet Vefik Paşanın ruhunu sükuna erdirir.

Ne dersiniz?

 

 

Diğer Yazıları