Dev uyandı, çimler düşünsün

Madem yeni ekonomik modelimiz Çin, burada biraz duralım.

“Çin uyuyan bir devdir. Onu uyandırmayın. Uyandığında dünyayı sallayacak.”

Napolyon bu sözü söyleyeli 220 yıl oldu. Dev uyandı.

“Strateji” üzerine okurken Çinli filozof Sun Tzu ile tanışmıştım, “savaş sanatı” anlatır gibi yapıp “nasıl kazanılır” üzerinde duruyordu.

Çin filmleri hastasıyım. İyi bir Çin film koleksiyonum var.

Yeni nesle “Çince öğrenin” derim.

“Çin nasıl başarıyor” sorusuna takılmam ise, ASEAN ülkeleri ilgimi çekince gerçekleşti. Çin onlardan değil ama kapı komşusu.

Sonra, “En son ne zaman bir Hollywood filminde kötü bir Çinli gördünüz?” sorusunun ardından gittim, imajlarla ilgili olduğumdan.

Çin’i model alarak ekonomi kurtulur mu bilemem, uzmanlık alanım değil.

Bildiğim, mucizelere ihtiyacımız olduğu.

Çin, mucizelerini kendisi yaratan bir ülke.

Çin’i taklit etmek yerine anlamak zorunluluk.

Eğitimde, ortak değerleri öne çıkarıyorlar.

Meselelere bütüncül yaklaşıyorlar.

“Neo liberal” anlayışı kapılarından içeri sokmadılar.

Kendi üretim güçlerini oluşturdular.

Sosyal medya dünyayı ele geçirirken kendi sosyal medyalarını, Amazon dünya pazarı olurken Alibaba’yı ortaya çıkardılar.

Sermayeyi etik/ekonomik denetimde tutuyorlar.

Sinema pazarında “cani, mafya Çinliler” imajını değiştirmek için o filmleri yapan şirketleri satın aldılar, alıyorlar.

Küresel müesses nizama meydan okudular. Rahat kaçırdılar. Trump tarafından tehdit edildiler.

Biden “yenemeyeceğin düşmanı yanına çek” stratejisine geçti.

Ekonomisi, bütüncül anlayışının zemini.

Önce ürettiklerini sattılar sonra, o ülkelerdeki üretim merkezlerini satın aldılar, alıyorlar.

“Çin çıkarı” diye bir şey var ve bu, “kişilerin çıkarı”ndan çok yükseklerde. Kalplerinde ve beyinlerinde.

“Çin uyuyor” denilen dönemde, Çin kuluçkaya yatmıştı aslında.

Şimdi Türkiye’ye bakalım.

Üç soru yeterli özetlemeye;

Bir, “Türkiye çıkarı”, “kişilerin çıkarı”ndan daha önemli diyebiliyor muyuz?

İki, yerli markalarımızı dünyaya yaymakla mı gururlanıyoruz, o markaları yabancılara satmış olmakla mı?

Üç, ihraç ettiğimiz dizilerde imajımız nasıl?

Başka da diyeceğim yoktur.

 

DİYORLAR Kİ

Bir, “Neden muhalefetin iletişim şekli için bir şey yazmıyorsunuz?”

Onların zaten her şeyi biliyor olmalarındandır.

İyi biliyor olmalılar ki, çıkarılan onca sese rağmen CHP’nin oyu bir önceki seçimle neredeyse aynı.

İki, “Sizce Cumhurbaşkanı Erdoğan yoruldu mu, neden eski performansı yok?”

Türkiye’yi A Haber’den izliyor olmasındandır, izlemeyi bıraksa performansı daha yüksek olabilir.

Üç, “Size göre Kılıçdaroğlu’nun TÜİK kapısına dayanması iyi oldu mu?”

TÜİK’in kapısından dönmek zorunda kalmasının iletişimde karşılığı yok. Ya oraya gitmeyeceksin ya da gitmişsen içeri gireceksin.

Dört, “Ali Babacan doğruları söylediği halde sizce neden tutunamıyor?”

Bence. Babacan’ın beden dilinden başlayarak üslubuna kadar çok ciddi bir iletişim sorunu var.

Beş, “Metin Gürcan’ın yazdığı raporları yabancılara satması nedeniyle ajanlıktan tutuklanması konusuna ne diyorsunuz?”

Raporlarda gizli bilgi var mı bilmiyorum. Gizli olmayan bilgilerle yabancılara rapor yazanları ajanlıktan tutuklasalar, ülkemizin akademik ve bürokratik isimlerinin çoğu tutuklu olurdu.

Altı, “Ersan Şen’in televizyonda burnunu karıştırması konusuna hiç girmediniz.”

Çünkü tuvalet ihtiyacını ekranda gidereceği günü bekliyorum. Var öyle birkaç kişi, sadece ekranda yaşıyor oldukları için kaçınılmaz sonuç.

 

KELEBEĞİN ÖLÜMÜ


47. Altın Kelebek Ödül Töreni yapıldı.

Her yıl yaza yaza bir hâl oldum.

“Altın Kelebek” çok titiz, çok hassas yönetilmesi gereken bir marka.

Ve fakat hep olduğu gibi, itibarını popülizme, küçük çıkarlara kurban ettiler.

Online dünyada pek çok teknik alt yapı desteğiyle ilgi gören gelip geçici isimlere şov yaptırarak işi ucuzlattılar.

Neden Cem Davran’ın sunuculuğuna mahkumlar belli değil, berbat esprilerde kendisiyle yarış halinde.

Ödül alanların giysilerinden anlaşılıyor ki, ülkemiz modası fena krizde, rüküşlük ve kopyalama yarışı gibiydi.

Her yıl “en iyi gündüz kuşağı ödülü”nü Müge Anlı’ya vermek sözleşmede mi var?

Uzun süre hep en çok izlenen dizi olan “Masumlar Apartmanı” dururken neden “Camdaki Kız” ödülü aldı?

Ya “en iyi erkek oyuncu ödülü”ne ne demeli? Tamam 40 yaş altı erkek oyuncular sapır sapır dökülüyor da, onları sıraya koysan Çağlar Ertuğrul onların da gerisine düşmez mi?

Peki dijital platformlarla, geleneksel medyayı aynı yarışmada yarıştırmak nasıl bir mantık?

Yapmayın. Kişisel tavırlarınıza, menajer ilişkilerinize, denge arayışlarınıza yıllanmış bir ödül törenini kurban etmeyin.

 

İNSAN NE ZAMAN DEMLENMİŞ OLUR?

Daha çok dinleyip daha az konuşmaya başlamışsa.

Kalabalıklarla olmaktansa az insanla daha derin sohbetlerden hoşlanmaya başlarsa.

Daha az eşya ile daha sade yaşama geçiyorsa.

Ses yükseltmenin güçsüzlük, ses azaltmanın güç olduğunu anladığında.

Daha az sinirleniyor daha çok anlayışlı oluyorsa.

Başkalarının ne diyeceğini bırakıp kendisinin ne istediğini umursuyorsa.

Daha hızlı yerine daha yavaş yaşamaya karar vermişse.

Yalnızlıktan korkmayıp, yalnızlığı tercih ettiğinde.

Bildiğinden daha çok, bilmediği şeyler olduğunu anladığında.

Daha az izleyip daha çok okuyorsa.

“Bana bak” yerine “sana bakıyorum” cümlesi kurmaya başlamışsa.

İnsan epeyce demlenmiştir.

 

EN SEVDİĞİM MEKTUP SATIRLARI

7 Aralık “Dünya Mektup Yazma Günü” imiş.

Mektup yazmayı da okumayı da severim. Mektubun iletişim değeri yüksektir, iç döktürür.

Bazı mektupların, bazı satırlarını hiç unutmam.

Mesela;

Eleni’nin Mustafa Kemal’e yazdığı mektubun şu satırlarını:

“Balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum. Döneceğini, beni unutmayacağını biliyorum.”

Ahmed Arif’in, Leyla Erbil’e yazdığı satırlar:

“Sabah gözlerimi sana açarım. Akşam uykularımı senden alırım. Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulade baş dönmesini bulurum.”

Proust’un, ölüm döşeğinde dostu Duvernois’e yazdığı satırlar:

“Gereksiz tekrara düşmenin bir anlamı yok. Artık benden sessizlikten başka bir beklentiniz olmasın.”

Nazım’ın karısı Piraye’ye yazdığı satırlar:

“Sen olmasan ben yaşamayacaktım.” Ama yaşadı, başkasını sevdi Piraye kadar.

Cemil Meriç’in “seni okurken, düşünürken, sana yazarken yaşıyorum” dediği Lamia’ya yazdığı satırlar:

“Az sonra seni arayacağım. Ve sesin bütün karanlıkları dağıtacak. Mektupların gök kubbem, kelimelerin bir yıldız yağmuru.”

Rilke’nin ölmeden hemen önce ilk aşkına yazdığı mektubun satırları:

“Şu günlerde havada uğursuz bir rüzgâr esmekte…”

Frida’nın, çirkinlik abidesi Diego’ya yazdığı satırlar:

“Hiçbir şey ellerinle kıyaslanamaz, hiçbir şey gözlerinin altın yeşili gibi değil.”

Keşke mektuplar geri gelse…

 

YA “BÖLÜNMÜŞ KİŞİLİK” YA DA NE?

Beşiktaş Teknik Direktörü Sergen Yalçın’ın her yenilgi sonrasında yaptığı açıklamaları okuyunca başlıktaki gibi düşünüyorum.

Takımını eleştirirken kullandığı dil, tuhaf.

Son yenilgiden sonra “Dakika 60’dan sonra takım çekildi. Biz böyle bir şey söylemedik” dedi.

Madem söylemedin, öyleyse takım neden çekildi?

Madem takım çekildi, demek ki ya sen takımı ya da takım seni takmıyor.

Büyük olasılık Sergen egosu, takımı yerle bir etmiş, aralarına uçurum sokmuş durumda.

Takımla teknik adam arasında iletişim kopuk.

Sergen’de “kişilik bölünmesi” yoksa, başka da açıklaması yok.

 

AKLIMDA KALAN

“Made in Türkiye” logosu: Uzun zamandır ihraç ürünlerde “Made In Turkey” damgası bulunuyordu ve bu beni üzüyordu. Çünkü bir ülke kendi ürettiği ürüne kendi ismini neden İngilizce yazıyordu ki? Saçmaydı. Yanlıştı. Şimdi o hata düzeltiliyor, “Turkey” yerine “Türkiye” yazılacakmış. Çok yerinde ve doğru bir karar. Süreçte yer alanları kutlarım.

Diğer Yazıları