KENDİNİ GÜNCELLEMEK ZORUNDASIN
Teknoloji dünyasının ana temalarından biri güncellemedir. Kullandığımız program ve uygulamalar, belirli aralıklarla güncelleme uyarısı gönderir. Güncellemezsen veri kaybedersin, sorun yaşarsın.
Telefon içerikleri sürekli güncellenmek zorundadır. Sosyal medya, mesaj uygulamaları da öyle. Sürekli “güncelle” uyarısı veriyorlar. İstersen güncelleme. Son çeyrekte satın aldığın ev teknolojisi (televizyonlar, buzdolapları vs.) de farklı değil. Mesela, 15 yıllık buzdolabım arızalanınca gelen yetkili servis görevlisi, “Yeni versiyonları çıktı, değiştir abla” dedi, kabul etmedim. Buzdolabımla aramda duygusal ilişki var dedim, kullandığım alet edevatı öyle kolayca hayatımdan çıkaramam. Kadınların çoğunluğu aynı durumdadır sanırım. Hayli çok paraya buzdolabın “beyni” (dijital kartı) değiştirildi. Güncellenmeyince beyin yanıyor.
Son dönemde insanlar “kendimin en iyi versiyonuna ulaşmak” ifadesini sık kullanır oldular. Yenilenmek, değişmek anlamında kullanılıyor. Daha iyisinin olduğuna inanmak ve bu amaçla sistemli çalışmak denen durum. “Sistemli olmak”, “stratejik olmak”tan daha işe yarar bir yaklaşım.
Son çeyrek yüzyılda, iletişim alanıyla ilgili iki büyük gelişme oldu;
Bir: İletişime dair her şey baştan sona değişti, neredeyse yeniden yazıldı. İletişim alanı güncellendi. Akademik kısırlıklar nedeniyle bizde, yeniden yazıldığı pek söylenemez ama gelişmiş dünyada iletişim alanındaki bilgiler yeniden yazılıyor.
İki: İletişim pratiği ve yönetimi, hiç olmadığı kadar yaşamsal eylem oldu. Sağlıklı iletişim azaldığında krizler artıyor. Ve ne yazık ki sağlıklı iletişim en az bulunan şey oldu. Bunda da ekranlar dünyasında yaşamanın getirdiği konforun ürettiği yalnızlık, küntlük (duygusal kayıtsızlık), tıklandığı sürece konuşmaya gerek duyulmaması önemli rol oynuyor. Böylelikle dünya gittikçe krizler, kaoslar yumağına dönüyor.
Bu iki yeni iletişim bilgisini dikkate almamak, ikili ilişkilerden kurumsal ilişkilere sorunları da, etkileri de (zararları, yıkımları) büyütüyor.
Özellikle önemli işlevlere sahip kurumlar, iletişim yönetimi mantığının değiştiğini anlamak zorundalar. Odak noktanın artık kurum değil, hedef kitle olduğunu kabul etmeliler. Artık, kurumun ne bildiğinin değil, hedef kitlenin ne hissettiğinin önemli olduğunu bilmeliler.
Kurumların kendilerini anlatma, öğretme pratiği geçen yüzyılın en başında önemliydi ve 20. Yüzyıl boyunca da devam etti. Bugün hükümsüz. Ters yüz olmuş dünya ve elbette iletişim gerçeğinde, artık insanı anlama dönemi yaşanıyor. İnsanların hız, değişim, krizlerin sürekliliği ve tüketim çemberi içerisinde yorgun ve moralsiz olduğu göz ardı edilemez bir gerçeklik. Bu bilgiyi hayata geçirebilen kurumlar, toplumsal iyileşmeye katkıda bulunabilirler, yarar üretebilirler. Görmezden gelenler ise, zaten var olan krizleri daha da büyütebilirler.
Toplumu ve elbette insanı anlama gerekliliği, devletin tüm kurumlarını ilgilendirmekle birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı açısından çok daha önemlidir.
Diyanet’in yeni duruma göre kendini, işlevlerini yeniden tanımlaması acil bir zorunluluktur. Toplumla arasındaki duvarları yükseltmekten vazgeçebildiği takdirde, toplumsal pek çok meselenin çözümüne de katkı sunabilir. Ve fakat, görülen o ki, bu güncellemeyi yapmamakta ısrar ediliyor. Diyanet İşleri Başkanı’nın kendisi adına değil (!) din adına yaptığı açıklamalar, konuşmalar çözümcü ve kapsayıcı olmaktan uzak. Özellikle cuma hutbeleri kriz zincirinin değişmez halkası oldu.
Halbuki “cuma hutbeleri”, toplumsal iyileşmede çok önemli iletişimsel fırsatlardır. Özellikle bizimki gibi toplumlarda dinin birleştirici, kapsayıcı, dayanışmacı gücünü kullanarak birçok mesele çözülebilir. Ama öyle olmuyor, tam tersine, ayrıştırıcı, toplumsal gerilimi artırıcı, sorun oluşturucu sonuçlar üretiyor. “Ahlak ve edep ölçülerinin çiğnenmesine sessiz kalan herkes büyük bir vebal altındadır. Çünkü neslimizin iffetini, edebini ve ahlakını korumak hepimizin ortak sorumluluğudur" gibi ifadeler, kadın cinayetleri ve kadına şiddetin arttığı, devletin bu durumla mücadeleyi öncelediği günlerde son derece tehlikelidir.
Bu açıklamadan sonra, kadınların giyimine dönük saldırılardan ve sosyal medyada yayılan saldırgan, tehditkâr açıklamalarda gözlemlenen artışlarda, Diyanet’in bu sorumsuz dilinin rolünün altını çizmekte yarar var.
Üstelik bu düşmanlaştırıcı dilden, sadece muhalif kesimler değil, AK Parti yönetiminden önemli isimler de son derece rahatsız oldukları halde, nedense (!) açıkça söylemekten, tavır koymaktan kaçınıyorlar. Herkesin olması gerekeni bildiği, kimsenin durumu düzeltme girişiminde bulunmadığı negatif ortamın, Hükümeti sıkıntıya sokmaması mümkün mü?
“Adını yazmamda sakınca olmadığını” söylediği halde, adını yazmayacağım AK Parti’nin önemli bir yöneticisi, “Cumaya gelenlerin bir kısmı dini vecibelerin tamamını yerine getiren isimler ancak ülkemizde sadece cumadan cumaya camiye gelen önemli bir kesim var. Onları dinin birleştiriciliğinden, güzel ahlâktan söz ederek kazanmak mümkünken onları dışlayıcı bir dil kullanmak, sorunların çözümünde rehber olabilecekken sorun üreten hutbeler paylaşmak Hükümetin de işini zora sokuyor” dedi.
Diyanet ve hatta ilahiyat camiası (din alimleri, fakülteler, imam hatipler, imamlar vs.) iletişim dilini ve kurumsal işlevini güncellemedikçe, Diyanet’e duyulan tepkiden din de nasibini alıyor. Araştırmaların defalarca kanıtladığı gibi gençler arasında ret, deizm yükseliyor.
Diyanet’in kendisini güncellerken atadığı imamların niteliklerini de dikkate alması ve onları Allah’ın kontrolüne bırakmakla kalmayıp denetimlerini de artırması gerekiyor.
Bir başka önemli AK Parti yöneticisinin şu tespiti son derece vurucu değil mi: “Cuma günü, camilerin etrafındaki kafeler dolu, kalabalıktan oturacak yer yok. Kafelerin hemen bitişiğindeki camiye girdim, içeride sadece bir yaşlı teyze ve iki orta yaşta adam vardı. İmamın konuşmasını dinledim, ‘adamları yoldan çıkaran kadınları’ anlattı uzun uzun. Cuma sonrası imamın yanına gittim, ‘Ayıp değil mi hocam’ dedim, burada dinimizin güzelliklerinden söz etmek yerine kışkırtıcı konuşma yapmak size yakışıyor mu?’ dedim. İnsanları camilerden bu olumsuz dil uzaklaştırıyor, güzel dinimiz bunu hak etmiyor.”
İnsanın güncelleme zorunlu olmalı diyesi geliyor. Yoksa sistem çökecek, tıpkı teknolojik aletlerde olduğu gibi.
KAFAMA TAKILAN SORULAR
Bir, “Terörsüz Türkiye” sürecinde neden komisyonun adını farklılaştırmak gerekti ki? “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” adındaki kavramlar zaten sürecin çıktılarıydı. Üstelik herkes mutlu olsun diye uzun bir ad koymak hiç işe yaramadı, iktidar yanlısı ve muhalif medyada komisyonla ilgili haberlerin hepsi “Terörsüz Türkiye Komisyonu” olarak yazılıyor. Bu yanlıştan tez zamanda dönülmeli.
İki, Genelkurmay Başkanı Metin Gürak’ın emekliye ayrılmasında iletişim biçiminin de rolü yok mu? Emekli edilmesine çok üzüldüm. Org. Gürak’ın çok iyi bir asker olduğu bilinir. Ve fakat, erken emekliliğinde, askeri suskunlukla, zorunlu iletişim arasındaki ilişkiyi iyi yönetemeyişinin de rolü olduğuna inanıyorum.
Üç, Zengezur koridoru konusunda Azerbaycan ve Ermenistan arasında Trump’ın arabulucu olmasından bir ben mi işkilleniyorum?
Dört, edebiyatçı İskender Pala’yı Telekom yönetimine atayacak kadar seven kim acaba? Romancı olarak kendisini severim, hatta üretkenliğini kıskandığımı defalarca yazdım. Kitapları çok satan bir yazar olduğu için, maaş alsın diye atanmış olamaz. Ve fakat, bir edebiyatçıyı tam da edebiyatın zıddı bir teknoloji kurumuna atamak isteyecek kadar seven kim, merak ettim.
Beş, garibana vergi artırımı yerine, turizm bölgelerinde inşaat yasağına uymayan müteahhitlerin ceza oranını artırmak daha akıllıca ve hakkaniyetli olmaz mı? Mevcut cezalar, parayı basan düdüğü çalar mantığıyla müteahhitlerin umurlarında olmuyor. Jandarma söz dinletemiyor, bir hafta kafa dinlemeye giden insanlar, inşaat gürültüsünden kafayı yiyerek işlerine dönüyorlar. Maliye ve İçişleri Bakanlıklarına duyurulur.
Altı, menajerlerin odak noktası para kazanmak olup, iletişim yönetmek umurlarında olmayınca hak ettiği ilgiyi görmeyen sanatçı sayısı çok değil midir? Mesela Ferman Akgül. Müziği ilgi görüyor, seveni çok ama adı o değeri taşıyamıyor, yıldızı bir türlü parlamıyor. Sadece “Ferman” olarak anılmayı akıl etmek, o kadar da zor olmasa gerekti.
Yedi, Galatasaray futbol takımı bir yıldızlar karmasına dönüştüğü için, görece düşük profilli kalan teknik direktör Okan Buruk’un işi çok daha zor olmayacak mı? Teknik bilgi başka şey, yıldızlar takımını yönetmek başka şey.
GÖSTERME, HİSSET
Tüketim toplumunda düğünlerin gösterişli olmasına alıştık. Sandalyeleri giydirmek, gelini giydirmek kadar önemli oldu. Hatta bazen sandalyeler, gelinlerden gösterişli.
En son, dünyanın en zengin adamı Bezos, hem de ileri yaştaki kadınların içlerine su serperek, 60 yaşındaki sevgilisiyle dillere destan bir düğün yaptı. Kadın o yaşta dünyanın en zengin adamını kendisine aşık etmekle yetinmedi, bir de bunun küresel gösterisini yaptı. Düğünü için dünyanın en pahalı turistik şehri Venedik’i kiraladılar! Bu kadar şaşaa olsa da o gece baş başa kalacaklardı, olmasa da.
Adam zengin, istediği gibi harcar ama ya bizdeki garibanlara ne demeli? İki saatlik düğün için anasını, babasını, kendisini borç batağına sokan var.
Tek düğün için üç gelinlik giyen görgüsüzler kapladı ortalığı. Halbuki beklese, üç ayrı kocada üç gelinlik zaten giyecek. Boşanmaların hızını ve sayısını düşürsek.
Evlilik teklifleri de düğün gösterişini aşıyor. Daha geçen gün, evlilik teklif ederken kendisini vurma gösterisi yapan genç karakolluk oldu! Denizaltı, gökyüzü teklifleri işi zıvanadan çıkardı.
Oysa evlilik de teklifi de iki kişilik. Özel. Duygusal. Başkalarının burnunun bu duygu yoğunluğunda ne işi var? Abartınca daha çok seviyor olmuyorsun ki.
Önüme bir video düştü, instagram’da. Delikanlı elindeki yüzüğü yavaşça masaya bırakıyor, genç kız da alıp parmağına takıyor. Ne kadar doğal, ne kadar kendiliğinden. Ne kadar duygularından emin.
Ders bir: Sevgini kanıtlamak için abartman gerekiyorsa, o evliliği asla yapma.
Ders iki: Senden gösterişli törenler bekleyen biriyle, asla evlenme. Ya aldatılır ya boşanırsın.
AKLIMDA KALAN
“Ortadoğu” adlandırması: Adlandırmaların iletişim yönetimindeki önemine sıkça değinirim. Defalarca, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” olmaz, “Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”, “Kuzey Irak” olmaz, “Irak’ın kuzeyi” diye yazdım, devamlı okurlar bilir. Neyse ki her ikisinde de ilerleme yaşanıyor. Uzun zamandır aklıma takılan “Ortadoğu” adını, Mısırlı yazar Neval El-Saadavi’nin dile getirdiğini görünce pek sevindim. İngiliz sömürgeciliğinden kalan ve dünyayı kendisine göre tanımlayan anlayışın sonucu olan “Ortadoğu” kavramı, hem yapay hem de sömürücü bir dildir. Dışişleri Bakanlığı bu konuyu yeniden düşünmeli.