ARAMIZDA DERİN BİR MESELE VAR!

Seçimde kimin kazanacağına hiç odaklı değilim. Sonrasında başkalarının savaşlarında ölmeyelim yeter.

Seçmen nitelikleri, tuhaf analizler arasında kayboldu gitti. Ortada siyasetçi var, seçmen yok. O seçmenleri ben anlatayım;

Bir, seçmen kategorileri küçük yüzdeler hariç erimiş durumda, geçişkenlikler yoğun.

Kimsenin benzerlere alkış tutup, “öteki”leri iteleme lüksü yok.

İki, sosyal medyayı gözetim alanı olarak kullanırlar, kendileri gibilerin çekim alanına girerler.

Üç, büyük projeler yerine, gündelik yaşamlarını kolaylaştıracak küçük gelişmelerden yanalar.

Dört, kendilerine yukarıdan bakanları istemiyorlar, siyasetçiyi eşit, çözüm ortağı olarak görmek istiyorlar.

Beş, sorun çözmeye aday olanlara “Önce beni dinle, sonra konuş” diyorlar.

Altı, “Korkma, sana da ülkene de bir şey olmayacak” cümlesini güvenilir ağızlardan duymaya çok ihtiyaçları var.

Yedi, kriz ortamında cesur olanı takip ederler, ürkeklerden hoşlanmazlar.

Sekiz, basit, yormayan mesajlara açıklar. Anlamak için çaba isteyen, entelektüel birikim gerektirenlere kapalılar.

Dokuz, genç seçmen “Z” kuşağı diye “zıpır” grubuna konamaz, karakterleri var. Dünya insanı olduğunu söyleyenle, milliyetçi olduğunu söyleyen çevreye, doğaya saygıda ortaklar.

Konu uzun. (“Yeni Zamanlarda Birey: Ben, Biz, Öteki” konferanslarımda anlatıyorum ayrıntılarını.)

Gerçek bu kadar netken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın;

Halka oyuncak ve çay fırlatması anlaşılır değil. Bu üstten bakışın rahatsız ettiği geniş bir kesim var, onların oyu ne olacak?

“Mega müjdeler vereceğiz” türü cümlelerden insanlar tırsıyor artık. “Kıymanın fiyatı düşecek”, “doğa betonlaşmayacak” gibi küçük müjdeler istiyorlar.

“Miting yapmayacağım” demesi de büyük hata. Erdoğan gibi bir siyasetçinin miting yapmaması siyasal iletişim bilgilerinin tamamına ters.

Ya muhalefet?

Kılıçdaroğlu’nun ne olduğunu bilmediğimiz dileklerinin gerçekleşmesini, ağaca astığı marteniçka bilekliğine bağlaması ne garip. Bu romantizme uygun mu ülke iklimi, seçmen kafası?

Sosyal medya odaklı kampanya yürütülmesi hangi akla hizmet? Teknolojinin üreticisi ABD’de bile ev ev gezilerek oy toplanırken.

“HDP’ye bakanlık verecek misiniz?” sorusu karşısında susup geçilir mi, ters köşe cevap verenleri seviyor seçmen.

Özet: Seçmenle siyaset arasında derin bir iletişim meselesi var.

 

EL ELE VERİP İFTARA GİDİLİRSE…

Türkiye’de siyasetçiler bedenen 21. Yüzyılda, kafaca 19. Yüzyılda yaşıyorlar.

Muhalefet ekibi (6’lı masa demek olmaz artık, masa 9+ olmuşken) 8 kişi olarak Hatay’da iftara gittiler.

Güzel fikir. Ve tüm güzel fikirlerin uygulamada heba edilmesi kaderini yaşadılar;

Bir, halkın arasına karışarak oturmak yerine yan yana inci tanesi gibi dizildiler. Ortaya kocaman bir ayrışma, duvar, “biz” ve “onlar” görüntüsü çıktı.

İki, görüntülerde onlar otururken onları ayakta izleyenler, Ramazan olması nedeniyle yürekleri sızlattı.

Üç, kendi aralarında hiçbir diyaloğun olmaması samimiyetsizlik olarak algılandı.

Dört, en popüler isimler İmamoğlu ve Yavaş’ın masanın kenarına iliştirilmesi hiç hoş olmadı, ortalarına oturtulsa da olmazdı. Zaten orada olmamalıydılar.

Beş, arkalarından yaklaşan yaşlı bir adamı korumaların dışarı doğru itmesi vicdanları sızlattı.

Altı, HDP’nin masada olmaması HDP’ye oy verecek seçmeni incitti.

Yedi, masa biçimi bazı seçmenlere Da Vinci’nin “İsa’nın son akşam yemeği” resmini hatırlattı.

Sekiz, giyimlerdeki düzgünlük halkla aradaki mesafeyi belirginleştirdi.

Dokuz, heyet sevmez bir millet olduğumuz bilgisi yok sayıldı.

 

SİZE ÖNERİM

AK Parti Grup Başkan vekili Özlem Zengin’i bilir misiniz?

Başörtüsü var diye güya laik bir kesimin hedefindeydi. Şimdi, kadına şiddeti önleme yasası olarak bilinen “6284 sayılı yasa kırmızı çizgimiz” dediği için kimi muhafazakârların hedefinde.

Özlem Zengin’i severim, vicdanlı bir insan, iyi bir hukukçudur. Kendime benzetirim, ne ona ne buna yaranamıyorsan kendi yolunda gidiyorsundur ve o yolun sorumluluklarını tek başına alıyorsundur.

Size önerim Özlem Hanıma yakından bakmanızdır. Güçlü bir kadın, iyi bir insan tanımış olursunuz.

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın “Bir Büyük Dünya Aşık Veysel” konserinin prömiyerine davetliydim.

İşin içinde CSO ve Aşık Veysel olunca koşa koşa gittim.

Bin pişman döndüm. Konser salonunun akustik sorunu halâ çözülmemiş. Çalınan eser ise CSO standartlarının çok altında.

Acil önerim, Rengim Gökmen’in CSO’nun şefliğine geri dönmesinin sağlanmasıdır. Yazık oluyor orkestraya.

Yazar Ahmet Ümit’in “Tapınak Şövalyeleri” kitabı basımından 16 yıl sonra müstehcen bulunarak poşetlendi.

Ahmet Ümit düşkünü değilim, 16 yıldır da “Tapınak Şövalyeleri”ni okumak aklımdan geçmemişti.

Şimdi o kitabı okumayı ilk sıraya koydum. Size önerim, yasaklamanın cazibesini artırmaktan başka işe yaramadığını unutmamanız.

Ali Sunal depreme dair küçücük bir konuşma yaptı diye Show  Tv’deki programdan atıldığı söylendi.

Çıktı, “yok öyle bir şey” dedi.

Size önerim kendi cam tavan sendromunuzu kendinize saklayın.

 

KATEGORİLER VE ÖNYARGILAR

Okurlarımdan biri şöyle yazmış:

“Araştırma yaptığım merkezde görüş olarak aynı mahalleden olduğum insanlar hiç yardımcı olmadılar. Benden farklı dünya görüşüne sahip olduğunu bildiğim merkeze gittim. Sadece yardımcı olmakla kalmadılar, benim işim bitinceye kadar beklediler, mesai bitti kapatıyoruz demediler.”

Okurum çok şaşırmıştı.

O şaşkınlık hepimize çok tanıdık. Başka mahalleden dostluklar kurduğumuzu görenler şaşkına dönerler.

Sadece şaşkına dönseler iyi, bir de dönüp “Sen nasıl olur da onunla arkadaş olursun” derler.

Hayatım boyunca böylesi tepkilere kulak asmadım. Dostlarımı, arkadaşlarımı, iş yaptığım insanları kendi doğrularıma göre seçtim.

Ne yazık ki biz, bizim gibi olmayanları anlama, kabul etme yeteneğimizi geçmiş bir zamanda bıraktık.

Tartışıp uzlaşmak yerine dövüşüp ayrılmaya başladık.

Dinleyip anlamak yerine, etiketleyip reddetmeyi seçtik.

Oysa nesneleri kategorize edebilirsiniz, insanları edemezsiniz.

Hayvanları “yırtıcılar”, “sürüngenler” vs. şeklinde kategorize edebilirsiniz, insanları edemezsiniz.

Çünkü insan, her yeni durumda yeniden biçimlenir. Sürekli olarak kendisini yeniden üretir.

Bülent Ortaçgil’in dediği gibi, “Beni kategorize etme, benle oynama. Yaftayı yapıştırıp bana isim koyma.”

 

SENARİSTLERİ BİR SALIN

Ne kadar kapalı devre hayat sürdüğümüz gerçeği, ülkem dizilerinde net olarak görünüyor.

Mesela “Kızılcık Şerbeti” diye bir dizi var. Kız oğlanla evlendi. Kızın annesi, damadın amcasıyla aşk yaşamaya başladı.

Teyzesi, kayınpederine tutuldu. Damadın ablası, kızın teyzesinin ortağına aşık oldu.

“Veda Mektubu” evlere şenlik. Kız, annesinin eski aşkının oğluyla evlendi. Anne, kızın kayınpederine “karını bırak beni al”  dedi falan.

“Üç Kız Kardeş”te, kızla oğlan evlendi. Kızın kız kardeşi, oğlumuzun kardeşiyle aşk yaşıyor.

“Yargı” dizisi evlere şenlik. Hepsi aynı adliyede birbirlerine aşıklar. Avukat kız savcıyla evlendi. Başka savcı, başka savcıya aşıktı. Katip ve katibe evlenecekti. Avukat kızın yeğeni, savcı kocasının kardeşiyle birlikte.

“Yasak Elma”da zaten herkes aynı beş kişi arasında dönüp duruyor. Sanırım onlar arasında akrabalık ilişkisi yok hiç değilse.

Eminim sadece bu diziler de değil.

Kocaman malikânelerde, kalabalık aileler şeklinde yaşıyorlar. İşe giden, çalışan pek yok ama para sebil.

Senaristleri bir salın, bir sosyalleşsinler.

 

“DOKTOR ALİ VEFA” ÖLDÜ YAŞASIN “NURSEMA”

Şöhret yönetmeyi bilmiyoruz.

Az biraz ünlenenin altın yumurtlayan tavuk misali, kafasını koparıveriyoruz.

“Mucize Doktor, Ali Vefa”mız vardı, pek sevmiştik. Bir dizi karakteri olmasına rağmen ona muayene olmak için sıraya giren bile vardı.

Karaktere hayat veren Taner Ölmez’i hemen bulaşık deterjanı reklamında oynattılar.

“Büyük hata” demiştim de, her konuda bilirkişimiz Demet Akalın bile bana laf yetiştirmeye kalkmıştı.

Ne oldu?

Muayene için sıraya girenlere sorun bakalım Taner Ölmez’i, hatırlayan var mı?

Çok da geçmedi üstünden hâlbuki.

Şimdi de “Kızılcık Şerbeti” Nursema’mız var. Herkes o karakter üzerinden elini yıkama fırsatı buldu.

Başlarda ezik kızımız Nursema’yı Ceren Karakoç öyle devleşerek oynadı ki, senaristler bile oyuncuya geniş alan açtılar.

Yan rol, oldu başrol.

Nursema yürüdükçe büyüdü. Medya peşine düştü.

10 yıldır görmedikleri Nursema/Ceren’e yoğun ilgi gösteriyor medya.

Hürriyet’teki söyleşisinde haklı bir isyanda bulunuyor: “Kapılarını çalıp bu işi ben yapabilirim, bana şans verin demeyeyim artık. Ama birileri de artık beni görsün!”

O görsün dediği birileri siz, biz değil, sektörü elinde tutan ağababaları.

Herkesin birilerinin korumasında olduğu dizi/film sektöründe iyilerin ayakta kalması, haklarını alması sadece bir tesadüfle belirleniyor.

Onun için bizim hiç dünya çapında oyuncumuz olamıyor.

Nerede popüler bir dizi tipi görseniz aslında kaz olmasına rağmen kuş muamelesi görüyordur. Arkasında onu üfleye üfleye uçurmaya çalışanlar vardır.

Ceren Karakoç öyle değil. Gücünü iyi oyunculuğundan alıyor.

O nedenle, her önüne konan teklife “olur” demez umarım, “bu beni nereye götürür” der. Gerçekten iyi olanların önünde hiçbir ağababası duramaz, er ya da geç hak teslim edilir.

 

AKLIMDA KALAN

Şiddete karşı ikiyüzlülüğümüz: Bir taraftan şiddete karşı olduğunu söyleyip, her koşulu şiddeti yeniden üretmek için kullanan bir ikiyüzlüler dünyasındayız. Televizyonlarımız baştan sona şiddeti yücelten dizi ve filmlerle dolu. Bu yıl Oscar ödülünü, “her şey her yerde aynı anda” diyerek şiddetin her yerde hüküm sürüşünü yücelten bir filme verdiler. Bildiğim en vahşi, baştan sona koreografik şiddet içeren “John Wick” yeniden çekiliyor. Şiddeti en uç noktalara götüren bilgisayar oyunları satışı denetimsiz serbest. Neoliberalizmin “her şey satılık, satılık olmayan değersizdir” anlayışı hüküm sürüyor ruhlarımızda. “Şiddete hayır” kampanyaları sadece kenar süsü olarak kalıyor ya, büyük ikiyüzlülük orada.

 

Diğer Yazıları