Katar’a saldırı sonrası Arap liderler gerçekten Petrol ambargosu uygulayabilir mi?
İsrail’in Katar’a gerçekleştirdiği saldırı sonrası Türkiye’nin güçlü desteği ile beraber başta Suudi Arabistan ve BAE olmak üzere birçok Arap devleti Katar’a desteğini açıkladı. İki sene evvel Katar’ı Arap Yarım Adası’ndan coğrafi ve fiziki olarak dahi koparmak için akıl mantık sınırları zorlayan bir planla kanal kazan devletlerin bugün zahiren de olsa politika değiştirmesi elbette önemlidir.
Peki, gerçekten Arap liderler bir araya gelip birliktelik oluşturabilir mi? Sahip oldukları zengin doğal kaynakları politik olarak kullanabilirler mi?
Başka bir deyişle geçmişte yaptıkları gibi petrol ambargosu uygulayabilirler mi?
Üzülerek söylemek zorundayız ki cevabımız kesin surette hayır. Arap devletlerinin bir araya gelmemesi, petrolü politik bir güç olarak kullanmaması için ABD ve İsrail’in geçmişte yapıp ettiklerine yakından bakmamız yeterli olacak.
Şimdi filmin şeridini yavaşça geri alarak yakın tarihimizi hatırlayalım.
Şerefli bir kral tüm şartları zorladı
Kral Faysal bin Abdülaziz, gazetecilere çok güvenmediği için medyaya fazla röportaj veren bir Kral değildi.
Sade yaşamı ve ciddiyeti ile biliniyordu.
Hulefa-yı Raşidin dönemini andıran tavırları ile alışılmamış bir portre çiziyordu.
Eşi Kraliçe İffet Hanım’ın kardeşine sarayda yaşamak istemediğini söyleyerek bir ev yaptırmış; ama yapımı tamamlanan konutun şatafatından rahatsız olarak oraya da taşınmayacaktı.
Eşi İffet Hanım, İstanbul’da doğmuş, Türk bir Kraliçe’ydi. Kral Faysal bin Abdülaziz’in üzerinde önemli etkileri bulunan İffet Hanım, kız çocuklarının okuması için gayret gösteriyor, vaktinin çoğunu hayır işleri ile geçiriyordu.
Suudi Sarayı, Faysal bin Abdülaziz devrinde bir ahlak abidesiydi.
Suud Kralı, Malcolm X gibi dünya Müslümanlarını sarayında ağırlayıp dertlerini dinliyordu.
Merhum Kralın en büyük ukdesi ise Kudüs’tü.
Tarihe meşhur Kudüs Konuşması olarak geçen çağrısındaki;
“Kardeşlerim! Neden bekliyoruz?
Dünyanın vicdana gelmesini mi bekliyoruz?
Nerededir ki dünyanın vicdanı?
Mukaddes Kudüs'ü Şerif sizi çağırıyor.
Kendisini kurtarmanızı bekliyor.
Neden korkuyoruz?
Ölümden mi korkuyoruz?”
Sözleri bugün dahi önemini koruyor.
ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger Petrol Krizinin derinleştirdiği günlerde sorunu çözmek için Suudi Arabistan’a geldiğinde Faysal bin Abdülaziz’in Kudüs arzusunu şu sözlerle belirtecekti:
“Kral Faysal oldukça sinirli görünüyordu, aramızda bir diyalog başlayabilmesi ümidiyle esprili bir dille ona, uçağımın yakıtı bitti, uçağın deposunu doldurmak için emir verirseniz uluslararası fiyatından ücretini vermeye hazır olduğumuzu söyledim. Kral gülümsemedi ve kafasını yukarıya kaldırarak sert bir şekilde bana şunları söyledi: ‘Ben yaşlı bir adamım, ölmeden önceki tek dileğim Mescid-i Aksâ'da iki rekât namaz kılmaktır! Sen bu konuda bana yardımcı olabilir misin?”
Yeğeni Faysal bin Musad, tetiği çektiğinde yalnızca Kral Faysal bin Abdülaziz’in hayatına kastetmedi. Filistin Mücadelesi büyük yara aldığı gibi Suudi Arabistan’ın siyasi bir enstrüman olarak “Petrol Siyaseti” de büyük oranda yok edilmişti.
Kral Faysal bin Abdülaziz’in şehadetinden sonra Suudi Arabistan, petrolü siyasi arenada yalnızca ekonomik nedenlerle fiyat politikalarını belirlemek amacıyla bir enstrüman olarak kullanacaktı.
Kral Faysal bin Abdülaziz’in petrol politikası
Suudi Arabistan’ın petrol siyasetini 1975 yılına kadar şekillendiren üç önemli hadise söz konusuydu.
Bunlardan ilki Musaddık’ın mücadelesi ve Ajax operasyonuydu.
İkincisi ise Mısır’da Cemal Abdülnâsır politikalarıydı.
Son olarak İsrail’in bölgedeki yayılmacı siyaseti ve Kudüs işgali Suudi Arabistan’ın petrol politikasını belirleyen en önemli unsurdu.
Musaddık’ın devrilmesi
Bir İngiliz firması olan Anglo Iranian Oil Company’in (AIOC) İran petrolleri üzerindeki hegemonyası 1951 yılında Muhammed Musaddık’ın ülkede Başbakanlık koltuğuna oturmasıyla ciddi yara almıştı.
İran petrol gelirinin %75’lik kısmı AIOC’un elinde bulundurması ülkede milliyetçi hareketin tepkisiyle karşılaştı. İngilizler bu tepkiler sonrası petrol paylarında küçük bir miktar değişikliğe gitse de pastanın çok büyük bir payını hala kendisine ayırmayı tercih ediyordu.
Görüşmeler netice vermeyince İngilizler, İran’a yönelik ağır bir ambargo uygulamaya başladı. Musaddık, meseleyi İran ve İngiltere arasındaki bir hadiseden çıkartarak BM’ye taşıyıp uluslararası bir krize çevirdi.
ABD’de çiçeği burnunda yeni Başkan Dwight D. Eisenhower, bölge halkının taleplerine kulak tıkayıp İngilizlerin yanında yer alması krizin derinleşmesine neden oldu.
İç siyasette ise Şah Rıza’nın, Musaddık karşıtı bir politika izlemesi sonucu 1952 yılında Musaddık görevinden istifa etti.
Bu istifa sonrası yoğun halk tepkileri meydana gelince, Şah Rıza görevi tekrar Musaddık’a tevdi etmek zorunda kaldı.
Musaddık, tüm kabineyi kendisi belirlediği gibi meclisin yetkilerini de önemli ölçüde kendisinde topladı.
Ardından tüm dikkatini İran Petrollerini millileştirmeye verdi.
General Zahidi; dışarıda İngiltere, İsrail ve ABD’nin; içeride de Şah Rıza’nın desteklediği bir askeri darbe planı hazırlayarak Musaddık’ı devirmeye teşebbüs etti. Zahidi’nin iki teşebbüsü başarısız olmuş; ama üçüncü denemesinde, 19 Ağustos 1953 tarihinde, Musaddık’ı devirmeyi başarmıştı.
Musaddık’ın devrilmesinden hemen sonra Şah Rıza ve askeri cunta İngilizlerle yeni bir petrol anlaşması imzalayacaktı. Görünürde koşullar bir miktar düzeltilmiş gibi görünse de anlaşma İngilizlerin lehine neticelenmişti.
Suudi Arabistan, İran’daki gelişmeleri yakından takip etmişti. Özellikle İngilizlerin petrol konusunda taviz vermeyen siyaseti nedeniyle kendi taleplerini bir süre daha ertelemeye karar verecekti.
Cemal Abdülnâsır politikaları
Cemal Abdülnâsır, Ortadoğu siyasetinde son derece önemli bir yere sahipti.
Suud Sarayı, Mısır’ın politikalarını dikkatle izliyordu; çünkü ülkesinden çıkan petrolün büyük kısmı İngilizler eliyle Süveyş Kanalından geçiyordu.
Cemal Abdülnâsır, 1950’li yıllarda Süveyş Kanalı gelirlerinden Mısır’ın payını artırma teşebbüsü İngilizlerin sert tavrıyla hüsrana uğramıştı. Nasır, bunun üzerine, 1956 yılında, kanalı tamamen millileştirdiğini ilan edecekti.
İngiltere, Fransa ve İsrail birlikte hareket ederek Süveyş Kanalını işgal etmeye teşebbüs etti. Mısır’ın bu işgale direnişi bölge siyasetindeki etkisini artıracaktı. Mısır’ın IPC boru hattının ülkesinde bulunan kısmını da bombalaması Batılı ülkelerin elini hayli zayıflatan bir gelişmeydi.
ABD, Mısır’ı SSCB’nin kucağına iten bu gelişmelerde, Batılı devletlere nazaran daha orta yolu bulmaya çalışan bir pozisyon izledi. ABD’nin bu siyaseti Suudların da dikkatini çekti ve İngiliz hegemonyasına karşı ABD ile yakınlaşacağı bir siyaset takip edecekti.
Bölgedeki gelişmeler sonrası petrol üretimi yapan ülkeler ”Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütünü” (OPEC) Irak’ın başkenti Bağdat’ta kurdu.
Nasır’ın Mısır Kanal’ını millileştirdikten sonra Ortadoğu’daki İsrail varlığına karşı üstlendiği rol son derece önemliydi. Nasır, Suriye ile birleşerek bölgeyi tamamen domine etmek istiyordu ve Yemen’de fiili olarak giriştiği askeri operasyonlarla Suudi Arabistan’ı köşeye sıkıştıran bir politika izliyordu. 1958 yılında Irak’ta Haşimi krallığının devrilmesi ile bölgedeki en güçlü monarşi olan Suud Hanedanlığı adeta çembere alınmış durumdaydı.
Bir tarafta İngiliz hegemonyası öbür tarafta rejim değişikliği tehdidi Suudi Arabistan’ı giderek ABD’ye yakınlaştırmaya başladı.
1961 yılında bu kez Suriye’de rejim değişikliği meydana gelmesi ile Nasır’ın bölgedeki önemli stratejilerinden birisi yıkılmıştı; ama İsrail’in varlığı hala bütün Araplar için bir tehditti. Nasır bu tehdidi ortadan kaldırarak gücünü tahkim etmek istedi.
Akabe Körfezi, Mısır tarafından İsrail gemilerine kapatıldı ve güçlü bir ambargo uygulandı; ama İran’daki rejim, İsrail’e enerji akışını artırarak Mısır’ın bu stratejisine ciddi zarar verdi. 1967 yılında gerilim savaşa dönüştü ve İsrail’in zaferiyle sonuçlandı.
İlk defa bu savaş sırasında petrol üreten ülkeler dünyaya petrol sevkiyatını durdurdu; ama özellikle Suudi Arabistan, Nasır’ın politikalarını benimsememesi nedeniyle ambargoyu uzun süre devam ettirmedi. Bunun yerine ekonomik yardım paketleri hazırladı ve ambargoyu kısa sürede kaldırdı.
Suudi Arabistan ve Filistin mücadelesi
Kral Faysal bin Abdülaziz, 1964’te tahta oturduğunda Nasır’ın siyasi tavrından memnun değildi.
1970 yılında Nasır’ın ölümüyle onun seküler milliyetçilik politikası yerine İslami hassasiyetleri önceleyen bir politikayı bölgede etkin kılmaya çalıştı.
21 Ağustos 1969 tarihinde Avustralyalı bir fanatik Micheal Danis Rohan'ın Mescid-i Aksa’ya yönelik kundaklama girişimi Arap olmayan Müslüman ülkelerin de Filistin meselesini sahiplenmesini sağladı.
Kral Faysal bin Abdülaziz, Mısır’da yeni yönetimi elinde bulunduran Enver Sedat iktidarı ile nispeten daha iyi ilişkiler kurmuş ve bölgedeki İsrail tehdidini ortadan kaldırmak istiyordu.
Kral, bu süreçte petrol silahını sonuna kadar kullanmaya kararlıydı ve İsrail’in bölgedeki nüfuzunu kırmak konusunda elinden geleni yapacaktı.
Kral Faysal bin Abdülaziz’in çabaları sonuç vermiş ve 6 Ekim 1973'te Mısır - Suriye askeri birlikleri İsrail’e saldırmıştı. Sina işgalden kurtarılmış ve savaşın başlarında İsrail çok büyük zayiatlar vermişti.
Öte taraftan Ener Sedat, istediğini aldığını düşünerek birliklerine durma emri verince İsrail kısa sürede savaşı dengeleyecekti.
Kral Faysal bin Abdülaziz, bu gelişmelere hayli öfkelendi ve süreci geriden yürütmenin anlamsız olduğuna karar vererek harekete geçti.
Kral Faysal yalnızca Batılı ülkelere değil, İsrail’e destek veren tüm ülkelere petrol sevkiyatını durdurduğunu ilan etti.
Kral Şeyh Faysal, Batılıların tüm çabalarına rağmen geri adım atmadı; ancak Suudi Arabistan’ın elinde petrol dışında bir kozu bulunmuyordu. Bu yüzden 1974 yılında Libya hariç tüm Arap ülkeleri petrol ambargosu konusunda geri adım atacaktı.
Bu gelişmelerden sonra Faysal bin Mesud’un kurşunu gelecek yıllarda Suudi Arabistan’ın ve bölgedeki petrol zengini küçük devletçiklerinin politikalarını şekillendirecekti. Artık Arap devletçikleri petrolü siyasi bir koz olarak kullanması bir yana askeri güvenliklerini çoğu İsrailli iş adamları olan ABD şirketleri ve hükümetine terk edecekti.
ABD Başkanı Trump’ın geçtiğimiz yıllarda çok haklı bir açıklaması vardı. “Biz elimizi çekersek Riyad başta olmak üzere hiçbir Arap başkenti 24 saat dayanamaz ve düşer.”
Tüm bu gerçekler ortadayken Katar için ve İsrail’e karşı bir ambargoya gidilmesi söz konusu değil. ABD’ye verilen haraçlar ve dünyanın birçok noktasına yapılan müsrifçe yanlış yatırımlar körfezde kopacak bir kıyameti pamuk ipliğine bağlı kılmaktadır.
Şu an İslam Âleminde Ankara, Tahran ve İslamabad dışında Tel Aviv’in aleyhine aleni bir tavır alabilecek başkent bulunmadığını kabul etmemiz gerekiyor.
Tahran oyundan düşmüş durumdadır.
İslamabad da askeri darbe ve Hindistan tehdidi ile mütemadiyen terbiye edilmektedir.
Ankara, son kale olarak öne çıkıyor ki onun güçlü duruşu diğer uyuyan Müslüman başkentler için bir uyanma vesilesi olabilir. Biz bunu nasıl biliyorsak Tel Aviv’deki odaklar da biliyor.