AKLINI KULLAN, TERSİNİ DÜŞÜN!

Postmodern dünyanın belirgin özellikleri var.

Akılla davranış arasındaki bağ kopuktur. Akıl ve irade bağı hatırlatması yapanlar derhal “düşman” sınıfına sokulur.

Duygular baskındır, algılar gerçek sanılır. Böylece ortam paranoyaya uygundur.

Aklın devre dışılığı, her şeyi önüne katıp götüren sel gibi olunca, bilgi sahibi olanla cahil olan aynı suda kayboluyor. Yoksa her gün, bir profesörün dolandırıldığına dair haberler başka nasıl açıklanabilir?

Kendi algısını gerçek sananlar, o algıya teslim olmayanlara tahammül göstermiyor. Böylece gerçek ölüyor, her tarafı cam kırığı gibi hayal kırıklığı kaplıyor.

Böylesi zamanlarda entelektüel cesurlara ihtiyaç oluyor.

Cesaret kahramanlara değil, aydınlara özgü bir duruş haline geliyor.

Tıpkı agorada bilgi paylaşan filozoflara deli muamelesi yapıldığı günlerdeki gibi.

Hep diyorum ya, bazen ilerleme sandığınız şey gerileme olabilir.

Aklı devreye sokarsak.

Seçim ortamında iktidar tarafı net. Ya düzen devam edecek ya da kaybedecekler. Yorgun olduklarından şoke olmayacaklar.

Muhalefette durum karışık.

Süreçte, algıyı yönetmeyi başardılar. “Algıda kazanırsak seçimde de kazanırız” dediler.

Ve fakat, algı zihinsel bir oyundur, seçim sandığı ise somut gerçek.

Duruma akıldan bakalım.

CHP,  yüzde 22-23’e sıkışmış tabanını blok olarak tutabildi mi?

Toplam oy oranları yüzde 1 civarındaki partilere 77 vekil hediye etmek, bu tabandan oy kaçırmamış olabilir mi?

Ben güvenmem ama milletin güvendiği Konda’ya göre onca reklam harcamasına rağmen son seçimden bugüne oy artışı sadece yüzde 1,4 puan!

Tabanının tepki gösterdiği adayları listelere koymanın bir faturasının olmayacağı beklenebilir mi?

İYİ Parti’nin süreçteki hatalarıyla oy oranının baraj sınırı çevresine indiği söylenmiyor mu?

Babacan, zaten parmakla sayılacak kadar olan seçmenleri için “bir kısmını Kemal Beye oy vermeye ikna edemem” demedi mi?

Davutoğlu, halası örneği üzerinden Kemal Beye oy vermeyeceklerini söylemedi mi?

HDP’nin getireceği oyu blok olarak kabul edenler, götüreceği oyu saymıyor olabilir mi?

Somut sandık gerçekleri böyleyken algısal gerçeklerde ne var?

Sosyal medya odaklı siyasal iletişim çalışmaları.

Güvenilirliği tartışmalı kamuoyu araştırmaları.

Akıl şu soruyu sorar: Kutlamalara hazırlanan muhalif seçmen, kaybedince yaşayacağı hayal kırıklığını kaldırabilecek bir ruh sağlığına sahip mi?

Ve olumsuz sonuçtan sorumlu siyasetçiler faturaları ödemeye hazırlar mı?

Kızsanız da birilerinin bunları yazması gerek. Hiç değilse daha az hayal kırıklığı yaşanmış olur.

Tahminim yok, sadece yüzde 50 olasılık üzerine bir yazı bu.

 

HALÂ 10. YIL MARŞI’NI SÖYLÜYORSAK…

Toplumların marşlara ihtiyacı vardır.

Ulus olmak bilinci, ortak bir gelecek, ortak hedefler, ortak bir ülke fikrinden beslenir.

Birlikte şarkı söylemek gibi coşkuludur birlikte marş söylemek.

Marşların yarattığı atmosfer “biz” atmosferidir. Milli marşlar “resmi biz”i, diğerleri “halkın bizi”ni temsil eder.

Cumhuriyetin 100. Yılında bile “10. Yıl Marşı”nı söylemeye devam etmemizin nedeni bu.

90 yılda yeni bir marş besteleyemedik.

Arada bir “50. Yıl Marşı” var. Ben severim, ara ara da mırıldanırım.

“Erdi Cumhuriyetim 50 şeref yaşına” kısmına gelince sesim yükselir. (Kanımca ben şarkıdan çok marş kişisiyim.)

Söylemesi zor olduğundan “10. Yıl Marşı” popülaritesine ulaşamadı.

Kültür Bakanlığı 100. Yıl Marşı yarışması düzenlemeli, jüri de halk olmalıydı.

Öyle olmayınca büyük sanatçı Fazıl Say’dan bekledik. Umutla bekledik.

Sonuç?

Büyük tartışma yaratan sözleriyle, söylemesi zor bir beste çıktı karşımıza.

Tanınmamış bir şaire emanet edilebilir miydi 100 yıllık eser? Edilmişti.

Sözlerin hiçbir yerinde “Cumhuriyet” geçmiyordu!

Daha vahimi, bir topluluk düşünün ki “Ver ver ver” gibi çok sorunlu bir ifadeyi hep birlikte söylüyorlar.

Eleştiriler infial boyutuna geldi. Zira, Fazıl Say çok ama çok iddialıydı, beklenti yüksekti.

Ülkece beklenti yönetmeyi bilmiyoruz, net.

Beklenti büyük olunca, yaşanan hayal kırıklığı da büyük oldu.

Say’ın kendisini savunması ise çok acıklı oldu. Eleştirileri “kadın şair”e tepki saydı. Atatürk’le tükürme eylemini bir arada kullandı.

Kendini savunmasını ise 20 yıllık iktidar sıkıntısına dayandırdı.

100 yıllık hikâyemiz, sanatçımızın iktidara olan kızgınlığına kurban edilmişti.

Biz Cumhuriyet aşıkları, bir sanatçının hezeyanlarına marş talebimizi bırakamayız.

Bakanlık halâ 100. Yıl Marşı yarışması düzenlemekte gecikmiş değil, biz Ankara Üniversitesi İLAUM olarak organizasyona da talibiz.

 

KARARSIZLARA ÖNERİLER

Seçime iki hafta kala, halâ kararsız oranı yüzde 10’larda.

Bu grubun yeni bir sosyolojik grup olduğunu, kararsızlıklarının kime oy vereceklerini bilmemekten kaynaklanmadığını daha önce yazmış olsam da onlara önerilerim var;

Bir, asla baskılara yenilmeyin. “Oy vermezsen şuna yarar” denmesini umursamayın, kime yaradığı sadece seçim sonunda belli olur.

İki, oy vermemek de bir siyasal duruştur, unutmayın.

Üç, “yetmez ama evet”çilerin ülkeye yaptığı kötülükler ortadayken asla hangi taraf olursa olsun “yanlış ama evet” demeyin.

Dört, içinize sinmeyen hiçbir kişi ya da parti altına mühür vurmayın.

Beş, seçim sonuçlarından siz değil, seçime aday olanlar sorumludur unutmayın.

 

YAZMAZSAM OLMAZ

Bir, 23 Nisan’da deprem bölgesindeydik. TBMM ile Ankara Üniversitesi’nin işbirliği, Merkezimizin projesiydi.

Deprem bölgesini televizyonda izlemek başka, yerinde görmek çok başka.

Canlıların hayatta kalma güdüsü kadar büyük bir güç yok, deprem bölgesinde anlıyorsun. Acılarla dayanmanın, ortamın olumsuzluklarına uyum sağlamanın tek nedeni bu güdü.

Organizasyonun halâ tam başarılamamış olması üzücü. Yardımlar aynı çadır kentin her yanına adil dağıtılamıyor halâ.

İki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sürekli “hakkınızı helal edin” demesi çok yanlış bir iletişim şekli. İnancı gereği normal olsa da insanda kötü çağrışımlara neden oluyor.

Televizyon makyajını yapanlar da işlerini fazla abartıyor. “Beyefendiyi neden eleştiriyorsun” diye kızan olmazsa hatırlatayım dedim.

Üç, Ankara kulislerinde muhalif siyasetçilerin uygunsuz görüntüleri konuşuluyor. Kiminde isim veriliyor, kiminde isim verilmese de nokta tarifi yapılıyor.

Özel yaşam görüntülerinin siyasete malzeme yapılması ne kadar çirkinse, siyasetçinin sorumsuzluğu da o kadar yanlış.

Dört, seçimleri kim kazanır bilemem ama Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun, Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un bakanlığı bırakacak olmalarına üzüldüm.

Çavuşoğlu çok zorlu bir dönemde Türkiye’nin dış işlerini kazasız yönetmeyi başarmıştı. Murat Kurum ise, çevre ile şehirciliğin bir arada olması yanlışının sorunlarını epeyce yaşamıştı.

Beş, geçen ay, sosyal medyada çocuk fotoğraflarının kullanımına sınır getiren Fransa hemen arkasından “gençlerde dış görünüş baskısı yarattığı” gerekçesiyle rötuşlu (fotoshop’lı), filtreli fotoğrafların belirtilmesi zorunluluğunu getirdi.

Fotoğrafla oynanmış olduğu bildirilmezse suç işlenmiş sayılacak ve hapis cezasına varan cezalar verilecek.

Böyle bir uygulamanın ülkemizde de olması gerekiyor. Sosyal medya konusunda Avrupa ülkelerinde ve Çin’de geçerli yasakların ülkemizde de olması gerek diyenler özgürlük karşıtı etiketini yiyebilirler. Zira ülkemizde sağlıklı bir tartışma ortamı yok.

Altı, depremde hizmet kesintisi nedeniyle ölümlere neden olan ve çoğumuzun nefretini kazanan GSM şirketleri Turkcell, Vodafone ve Türktelekom’un hiçbir özür beyanında bulunmadan sosyal sorumluymuş gibi kampanyalara başlamaları korkunç.

İletişim dünyamızın durumu da GSM çökmesi gibi krizde.

Yedi, Şenol Güneş’in ilk Milli Takım teknik adamlığı döneminde, Dursun Özbek’in de ilk GS başkanlığı döneminde iletişimleri dökülüyordu. O nedenle de görevleri kısa sürmüştü.

Ne olduysa oldu, ikisi de iletişimini toparladılar, dolayısıyla daha az sorun yaşar oldular.

 

ŞİRKETLERİN SOSYAL MEDYA KRİZİ

Her dönem iletişim alanında bir uzmanlık öne geçer.

İnsan kaynakları sirkülasyonu, nitelikli çalışanın örgütle bağının korunması, çalışan ilişkilerinin düzenlenmesi gittikçe daha çok önem kazandı.

Sosyal medya kullanımı örgütlerle çalışanlar arasında yeni bir sorun alanı oldu.

En son Sevilay Yılman, Habertürk’ten ayrılma gerekçesinin “Kurumun sosyal medya kurallarına uyamamak” olduğunu açıkladı.

Bir tarafta ifade özgürlüğünü gerekçe gösteren çalışanlar, diğer tarafta kurumsal değerlerini ileri süren şirketler arasındaki ilişkiler ülkemizde yönetilemiyor.

Birkaç yıl önce bu konuda ilkeler belirlenmesi gerektiğini, özellikle de medya kuruluşları için önemli olduğunu BBC örneği üzerinden sıralamıştım.

Özeti şu, kurumlar maaşını ödedikleri çalışanların, kendi duruşlarını sıkıntıya sokacak açıklamaları yapmalarına sınır koyabilir. Bu sınırı kabul etmeyenler de tıpkı Sevilay gibi işi bırakabilir.

Durum gazetecilik işi açısından hayati önemdedir.

 

KİŞİSEL GÖRÜNTÜNÜZÜ PAYLAŞMAKLA TEHDİT EDİLİYORSANIZ

Dijital dünya yaygınlaştıkça sorun alanları da çoğalıyor.

Dijital bilinç oluşmadan dijital kullanımın ağır sonuçları yaşanıyor.

Bunlardan biri de uygunsuz görüntüler üzerinden yaşanan tehditler. Şikâyete konu olanlardan daha fazlasının, korkudan gizlendiği kesin.

Siz siz olun;

Bir, çocuklarınızın görüntülerini paylaşmayın.

İki, olabildiğince özel fotoğraf paylaşmaktan kaçının.

Üç, tanımadığınız, yeni tanıdığınız insanlarla özel fotoğraflarınızı paylaşmayın.

Dört, görüntülü konuşurken dikkat edin, ekran kaydı alınıyor olabilir.

Beş, görüntülerinizi paylaşmakla tehdit ediliyorsanız asla rıza göstermeyin.

Altı, tehdite boyun eğerseniz, devamı hep daha kötü şekilde gelir unutmayın.

Yedi, ilk tehdit sırasında derhal ekran görüntüsü alarak, durumu somutlayın.

Sekiz, vakit kaybetmeden şikayette bulunun.

Dokuz, asla utanmayın. Kurbanların utanması diye bir şey olamaz.

On, çocuklarınızı uyarın ve herhangi bir tehditte size anlatmaları için korkmalarına gerek olmadığı güvenini verin.

 

AKLIMDA KALAN

“Sorulmayacak sorular kanunu”: Kılıçdaroğlu seçimi kazandıkları takdirde “Sorulmayacak sorular kanunu çıkaracaklarını” söyledi. “Evli misin, bekar mısın, çocuk yapacak mısın” gibi soruların sorulması yasaklanacakmış! Bu yasak milletin hoşuna gitti. Yasaklar konusunda da çifte standardımız var, işimize gelip gelmeyişine bakıyoruz. Bekledim, “Soru sormak nasıl yasak olur” diyen çıkmadı. Bir hoca olarak ben, sorulamayacak soru olmasını kabul edemem. Özgürlük anlayışıma göre benim her soruyu sorabilme hakkım, karşımdakinin de cevap vermeme hakkı olmalıdır.

 

Diğer Yazıları