YAPIŞKAN ÇUKURU

Hangi konuda durum analizi yapılırsa yapılsın son kertede tüm örnekler, aynı kapta birleşir, zira hepsi görünmez iplerle birbirlerine bağlıdır.

Geçtiğimiz hafta TV100’de, Uğur Dündar’ın, Kemal Kılıçdaroğlu’nu konuk ettiği programa SADAT’ın bant reklamı girdi.

Ortalık karıştı.

Olay, yeni zamanlara dair her şeyi özetleyen şahane bir örnekti.

Ortam, “merkez medya” olma iddiasında ama içeriğiyle iddiası pek de uyumlu olmayan bir televizyon kanalıydı.

Medya artık ilkeleri oynak, kâr odaklı bir ortam.

Uğur Dündar gibi meslek yaşamı boyunca güvenilirliğinin sarsılmasına izin vermemiş bir gazetecinin konuya malzeme edilişi.

Kılıçdaroğlu ise, İmamoğlu ile birlikte en çok tartışılan isim.

SADAT ise vakıf mı, şirket mi karışık. Türk Ordusu ile pozisyonu (içinden mi çıkıyorlar, rakip mi oluyorlar) son derece ürpertici.

Kemal Bey konuşurken SADAT reklamı girince, sosyal medya da konuyu köpürtünce yaşananların akıl dışılığı.

SADAT’ın “Gol mü olmuş” sevinci. Ülkemizin yönetici profilinin geldiği nokta.

TV100’ün açıklamasını derste “kötü açıklama nasıl olur” başlığında işleyeceğim. Hem “Basit bir hatadır” dediler, hem de reklam müdürü ve yayın sorumlusunu işten attılar. Baştan sona tutarsızlık.

Üstelik medya patronu çalışanlarını “bilgi yoksunu” olmakla suçladı, medyada işe alımlardaki gayri ciddiliği somutlayışı.

SADAT’ın “Baktık Kemal Bey konuşuyor, 1500 TL ödedik, reklamı koyduk” açıklaması.

Medyada kâr amacının, yayıncılık ilkelerini yok edişinin ucuzluğuna çarpıcı örnek.

Son tüy diken ise kanalın haber spikeri, reklamı yayınlayan kendileri değilmiş gibi “Bize kumpas kuruldu”, “Bize kızacağınıza SADAT’a bir şey yapsanıza” demesi oldu.

İşte o noktada ben koptum. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır günleri.

Para için her şeyin satılışı. Deneyimsiz ve bilgisiz medya çalışanları.

Hep en garibanların faturayı ödemesi.

Deveyi pire, pireyi deve yapan manüplasyon oyunları.

Tıpkı tv dizilerimiz gibi siyaset ve medya oyunlarının “Kontesi kim öptü” fıkrasındaki kıvamda ilerleyişi.

İktidarın ve muhalefetin sanki yapışkan çukuruna düşmüşçesine halleri.

 

İNSANLAR NASIL YÖNETİLİR?

Toplantıdayız. Özgül ağırlıkları yüksek altı kişi var.

“Rutin dışına çıkmalısınız” diyorum, “Sıra dışı öneriler getirin ki işimiz onları gerçekleştirmek için kafa yormak olsun.”

İçlerinden biri, “Bizim fikirlerimiz kabul görmez ki” diyor, “Ne yapacağımızı karar vericiler belirliyor.”

Öğrenilmiş çaresizlik.

“Hiç denediniz mi?”

Sessizlik. Beni delirten sessizlik türü bu.

Karşımdaki adamın başlamadan pes etmişliği.

Kendi yaşamımdan örnekler veriyorum.

Nasılsa itiraz eder, kabul etmezler diye hiç bulaşmayıp evime gidebilecek, televizyonumun karşısındaki konforlu kanepeme kurulabilecekken…

İnandığım şeyi hayata geçirmek için çırpındığım, yıprandığım, her anlamda yaralandığım ama sonunda inandığımı gerçekleştirdiğim örnekler.

Televizyonun karşısındaki konforlu kanepeme hiç oturamadan.

Bu insanları yönetmek çok kolaydı, söylenen şeyleri en iyi şekilde yapıyor, fikir belirtmiyorlardı.

Herkes “İnsanları nasıl yönetebiliriz” sorusunun yanıtını arıyor.

Sihirli bir cevap istiyorlar.

İnsanları bir hedefe inandırarak yönetebilirsiniz. Ancak, o hedefe varmak uzadıkça yönetmek de zorlaşır.

İnsanları birbirine düşürerek yönetebilirsiniz. Ne var ki ortalık savaş alanına döneceğinden oradan kimse için olumlu sonuç çıkmaz.

İnsanları korkutarak yönetebilirsiniz. En sonuç alıcı yönetme biçimidir. Ve fakat en güvensizidir.

Korktukları için ya hiçbir çaba harcamazlar, görünmez olurlar ya da yalan dolan ve hileye başvururlar.

İnsanları kendinizi sevdirerek de yönetebilirsiniz. En getirisi olmayan yönetme şekli budur. Yerine getirmedikleri her iş için nasılsa hoş göreceğinizden emindirler.

İnsanları kendinize inandırarak yönetebilirsiniz. O zaman istediğiniz her şeyi yaparlar. Size inanmaları için de güçlü bir itibarınızın ve elbette sarsılmaz ilkelerinizin olması gerekir.

Şimdi, ülkemin iş ve siyaset ortamına bir de buradan bakın.

 

GÜLDÜĞÜM ŞEYLER

Bir, aylardır onlarca toplantı yapan “6’lı masa”dan artık cumhurbaşkanı adayını açıklamaları beklenirken.

Adayın kriterlerini belirlediler, tanımını yaptılar, “isim önemli değil” dediler.

Seçime haftalar kala öğreniyoruz ki önümüzdeki toplantıda “Adayımızı anket yaparak halka soralım” teklifi konuşulacakmış!

Ne oldu adayın özelliklerine? Gülmek geldi içimden.

İki, “Gıda israfına hayır” kadar iki yüzlü, zekâyla dalga geçen kampanya görmedim.

Kapitalizm zaten “Sen daha çok tüket, ben de daha çok kâr edeyim” demek değil mi?

Bir yandan satmak için her şeyi yap, diğer yandan “israf etme” demek gülmekten ölünesi durum.

Üç, ucuzluğu tartışmalı market zinciri BİM’de, çalışanlarla müşterilerin birbirlerine girdiği haberini duymuşsunuzdur.

“Müşteri velinimetimizdir” anlayışından “Allah belanı versin” anlayışına geçişimize gülmeyeyim mi?

Dört, Netflix Türkiye fiyatlarına zam yaptı, üst paket aylık 130 Lira 99 Kuruş!

Kalitesiz içeriklerle sürekli abone kaybedince, zararı kalıcı abonelerden çıkarmalarına gülmeyip ne yapayım?

Beş, Selin Şekerci otizmli bir genç kızı oynadığı filme “15 günde hazırlandığını” söylüyor. Hem de aile dramları ustası Çağan Irmak’ın yönettiği filme!

Güldüğüm kısmı şu, 15 günlük süreyi çok çalışmak gibi anlatması.

 

BİLİM BİT PAZARINA DÜŞTÜ

Hürriyet’te “6 bin dolara 12 taksitle doçentlik tezi yazan dolandırıcılar” haberi vardı.

Unutulmasın, sadece doçentlik tezi değil, lisans bitirme tezinden, yüksek lisans, doktora tezine uzanan bir iş yelpazesi.

Sen dolandırılmaya müsaitsen adamlar ne yapsın?

Para karşılığı bilimsel (!) makale basan tüccar dergileri de unutmayalım.

Sahte doçent yakalanmadı mı geçenlerde?

YÖK ve TÜBİTAK çözümü mahkemelerde arıyor.

Oysa yolsuzluk ve usulsüzlüklerin nedeni de çözümü de sistemin içinde.

Akademik yükselmeyi niceliğe endeksler, sadece alınan puanlardan ibaret hale getirirsen, akademisyenler de bilim peşinde koşmak yerine bonus puan toplama derdine düşerler.

Nicelik, niteliği öldürür.

Deneme derslerini, doçentlikte sözlü sınavı kaldırır değerlendirmeyi kağıt üzerinden yaparsan o kağıdı kimin yazdığını elbette bilemezsin.

Her düzeyde jürileri kayırmacılık yapmaktan alıkoyacak sistem oluşturamazsan, dükkânda yazılan tezleri ayırt edemeyecek jürileri kurarsan başka ne bekliyorsun?

 

BENİM YÜKSEK KARAKTERLİ KAHRAMANIM

“Deneyimli gazeteci hayatını kaybetti” başlıklı haberi keşke açmasaydım.

Haberi okumasaydım arkadaşım Hilmi Şahin’i, Ayvalık’ta huzurlu bir yaşam sürüyor sanmaya devam edecektim.

O ve Ayvalık aklıma gelince gülümseyecektim.

Ayvalık’a gidersem Hilmi’ye de uğrarım planları yapacaktım.

Çok saçma bir kazayla hayatını kaybettiğini öğrenince ağladım ağladım. İlk tanıştığımız günü hatırladım…

Üniversite ikinci sınıf. O ve arkadaşları kantinin en karizmatik odağı şeklinde oturuyorlar.

Aynı sınıfta olsak da yaşça hepimizden büyük Sabri Abimiz vardı. 12 Eylül döneminde tutuklanmış, işkencelerden geçmiş.

Sabri Canbeyli...

Hilmi’yi gösterdi, “12 Eylül’de tutuklandı, çok işkence gördü, iyi dayandı” dedi.

Zindanlarda ölüme meydan okuyan o Hilmi, nasıl ikinci kattan düşüp iç kanamadan ölür, aklım almıyor.

Hilmi, hayatımızın orta yerine yerleşmiş bir masal kahramanıydı sanki.

“Gel benimle” dese giderdik onunla her yere. Büyüsüne kapılmış gibi.

Ama o, dünya görüşü için işkencelerden geçen güzel adam, ne bana ne de başka bir arkadaşıma “Gel benimle” dememişti.

“Abi” demişti, Sabri Abimize, “Ben hiçbir kadınla ciddi bir ilişkiye girmek istemiyorum, sadece günübirlik ilişkiler yaşayacağım. Bu kızlar, o kızlar değil.”

O duruşuna hasta olmuştuk. Daha da büyümüştü gözümüzde.

Dost olduk. Barda sabahladığımız oldu. Habertürk’te beraber çalıştık.

İşten atılan gazetecilere kıyamadığı için “Onların yerine beni atın” diyecek yüksek karakter bir tek onda vardı.

Aylar önce bir gece, telefonuma Ayla Dikmen’in “Anlamazdın” şarkısını yolladı.

Geceydi, “Ne güzel sürpriz” diye savuşturucu cevap yazmıştım.

“Sürpriz değil, sadece yıllar öncesinden özür borcu” dedi.

Sonra aradı, konuştuk uzun uzun.

Çocukluğumuzu, hatalarımızı, duygularımızı. O sonmuş. Vedalaşmışız kahramanımla.

Onu çok sevenler dolmuş cami avlusuna, elleriyle koymuşlar toprağa usulca.

Şiirler okunmuş, bir devrimciye yakışır bir vedayla uğurlamışlar.

Öyle bedeller ödeyen bir adamın, tam “artık huzurluyum” derken ölmesi ne saçma…

Hayat sevmiyor “Artık her şey yolunda” sözünü.

Her zorda seni hayata bağlayan bir şey var, unutma.

Huzurla uyu güzel arkadaşım, ruhundan öpüyorum seni.

 

ÖZLEMEKTEN ÖL BİRAZ

Bir arkadaşım Instagram hesabında yakınmış: “Seni 5 dakika göreyim” diyecek kadar beni seven kimse yok.

Biri yanıt vermiş: “Zaten hikâye paylaşımlarında sürekli görüyoruz, niye diyelim ki?”

Nasıl çarpıcı bir diyalog, anlayana.

Çevremdeki herkese “Şu cep telefonlarını bedeninizin uzantısı yapmaktan bir vazgeçin” diyorum.

“Her an size ulaşabilen biri için hiçbir cazibeniz kalmaz.”

“Az biraz ulaşılmaz olun, meraklansınlar.”

“Az biraz görünmeyin. Telaşlansınlar.”

Hani aldatma hikayelerinde sıkça “Her gün de kurufasulye yenmez” denir ya.

Dost açlığı çekmeyen dosta neden kıymet versin?

İngilizlerin çok sevdiğim sözüdür: “The less is the best”, ne kadar az o kadar iyi.

Hadi yavaşça yere bırakın telefonu.

Biraz özleyin, özlenin.

 

TEŞEKKÜR

Birkaç hafta önce sürekli ölümlü kazalar meydana gelen Turan Güneş Bulvarı için “cinayet mahalli” yazmıştım.

Kasis yok, denetim yok vs. Yokuş aşağı gelenler gözleri dönmüş gibi, yokuş yukarı gidenler gazı köklüyor, demiştim.

Mansur Başkan, bulvar kenarına metal çit çektikleri haberini göndermişti.

Şimdi de Turan Güneş’e 50 Km hız sınırı kondu, daha önemlisi hız denetimine başlandı.

Sürücülerin kendilerine sınır koyması lazım diyeceğim ama zayıf karakterlere direksiyon verince zor.

Yazımdan sonra, Turan Güneş Bulvarı için harekete geçen Mansur Başkan ve UKAME’ye, Ankara Emniyeti Trafik Şubesine teşekkürü borç bilirim.

 

AKLIMDA KALAN

Müjdat Gezen’in önerisi: Sanatta 70. yılını kutlayan Müjdat Gezen için unutulmaz bir emeklilik töreni düzenlendi. Davetli olduğum törene katılamadım ama katılanlardan dinledim. MGSM mezunu Ezgi Mola “Keşke siz de olsaydınız” dedi, yaşadığı duyguları anlatırken bile heyecanı hissediliyordu. Bir de belgeselini yapmışlar Müjdat Gezen’in. Belgeseldeki “İnsan biriktirin” önerisinin, pek çok konferansımda “İnsan ve güler yüz biriktirin” tembihimle aynı olması beni nasıl mutlu etti anlatamam.

Diğer Yazıları