Çocukları kimler suçlu yapıyor? Sokak lambalarından sokak çetelerine!

Yeni nesil çetelerin çocukları kriminal olaylarda kullanması sonrası suçlu çocuklara bakışın tartışılmasına neden oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuyla ilgili Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası şu ifadeleri kullandı;

“Bugünkü menfur saldırı dahil, hepimizin yüreğini yakan suçların faillerinin bu yaş grubundan olması haklı bir infiale yol açıyor. Organize suç şebekeleri, eli kanlı terör örgütleri ve sokak çeteleri bu yaş grubundaki çocukları özellikle hedef alıyor. Sadece huzurumuzu, güvenliğimizi değil geleceğimizi de ilgilendiren bu sorunu, el ele vererek hep beraber çözmek zorundayız.”

“Suçlu çocuklara” nasıl bakmalıyız sorusu bugünün problemi değildi. Bu soruya buyurun geçmişten günümüze çocuğa bakışı inceleyerek bir cevap arayalım.

Çocukları kimler suçlu yapıyor? Sokak lambalarından sokak çetelerine!

Türkler dünyanın en büyük çocuk medeniyetinin kurucusudur

Osmanlı’da bayramlar, Ramazanlar, şenlikler, düğünler ve daha nicesi her daim çocuklar için olagelmiştir. Başka bir deyişle Osmanlı büyük bir “Çocuk Medeniyeti” idi.

Örneğin Ramazan ayına baktığımızda sokakları dolduran kandiller, meydanlara kurulan Karagöz perdeleri ve çeşit çeşit fişekler tüm İstanbul’u çocuklar için bir oyun parkına çevirirdi. Çocuklar Ramazan ayında yaramazlık konusunda sınır tanımasalar da onlara karşı ses yükseltmek ya da dayak atmak hiç hoş karşılanmaz hemen müdahale edilirdi. Bütün bir ayda İstanbul’u ele geçiren çocuklar Bayramla beraber adeta haracını toplar ve bir sonraki Ramazan’ı beklemek üzere sokaklardan çekilirlerdi.

Ali Rıza Bey, İstanbul’da çocukların yaptığı yaramazlığı şöyle aktaracaktı;

“Alay alay sokaklarda yağ ve mum parası sesleri duyulmaya başlar. Fenerlileri ürkütmek ve onlara mum parası verdirmek için (bakkalda üzüm, fenerde gözüm) tekerlemelerini hızlı hızlı söylerler. Böylece gelip geçenlerden yağ ve mum parası alırlar. Vermeyenlerin fenerlerini patlatmak, ya da kapıp kaçmak, hatta yal ve mum parası vermeyenlerin evlerinin camını kırmak adet haline gelmişti. Eskiden şimdiki gibi sokak aydınlatılmadığı için fenersiz gezinmek yasaktı, sokakta gezen herkes fener bulundurmaya mecburdu.

Evliya Çelebi, Osmanlı’da çocuklar ile ilgili birbirinden ilginç ayrıntılar. Aktarır bunlardan ilki Mütedeyyin Paşa Camisi’nde gerçekleşir.

Camide oynayan çocuğa tokat atılmasına cemaatin gösterdiği tepkiyi nakleder. Üstelik tokadı atan çocuğun babasıdır ve terbiye için vurduğunu söyler. Cemaat ise:

“Senin ciğerpare evladın bizim serhaddimizin gözünün nuru bir gazi yiğit olacaktır. Birkaç yıl sonra kâfirden intikam alacaktır. Şimdi tokat ile gözünü korkutursan, yarın da bugün de kâfirin şeşper, balta ve külüngünden korkup kâfirle dövüşemez ya! Serhaddimiz oğlanları böyle dövmemek gerek.”

Çocukları kimler suçlu yapıyor? Sokak lambalarından sokak çetelerine! - Resim : 2

Batılı tarihçiler dahi Türk çocuklarına hayrandı

Ünlü Fransız tarihçi Abdolonyme Ubicini de Osmanlı’da çocuk olmakla ilgili önemli tespitler yapar. Ubicini’ye göre çocuklar Osmanlı’da baş tacıdır:

“…Çocuklarını bundan daha fazla sevgi, özen ve şefkat içinde yaşatan bir memleket bilmiyorum. İşin garibi, bütün bu şefkatle ihtimamın annelerden çok babalarda derinleşmiş olmasıdır. Cuma günleri (Cuma Osmanlı’da tatil günüdür) veya bir bayram günü, Osmanlı Türkü’nün, çocuğunun elinden tutup sokakta gezdirmesi, adımlarını çocuğun adımlarına göre ayarlaması, çocuğun yorulduğunu görünce omzuna alması veya bir aralık dinlendiği kahve peykesinde yanına oturtup en derin şefkatle konuşarak çocuğun bütün hareketlerini dikkatle takip etmesi görülecek şeydir.”

Osmanlı’da kimsesiz çocukların ve yetimlerin korunması “Farz-ı kifaye” olarak ele alınırdı. Özellikle kimsesiz çocukların hakkının korunması, hürriyetinin temin edilmesi, meslek sahibi olması ve can güvenliğinin korunması devletin birincil görevleri arasında kabul ediliyordu. Bunun yanında sayısız vakıf kurularak kimsesiz çocukları ihya etmek en büyük ibadetler arasında kabul ediliyordu.

Yetim, öksüz ve kimsesiz çocuklar Türk toplumunda her daim el üstünde tutulmuş ve bu durum esasen Osmanlı öncesine kadar uzanır. Hoca Ahmet Yesevi, Türk toplumuna şu öğütlerde bulunur:

Garip, fakir, yetimleri kıl sen şamdan;

Yiyecek bulsan, canın ile kıl sen ihsan;

Parçalayıp aziz canın eyle kurban;

Hak’tan işitip bu sözleri dedim işte.

Dede Korkut ise adeta yetim çocuklara ithaf edilmiş bir eser olarak karşımıza çıkar;

“Rasûl dedi: ben de yetimim;

Yetimlikte gariplikte büyümüşüm;

Muhammed dediler: Her kim yetimdir,

Biliniz, o benim has ümmetimdir.

Yetimi görseniz incitmeyin siz”

Buna rağmen Osmanlı’da en büyük sorunlardan birisi suça bulaşmış; serseri, avare, bekâr ve baldırı çıplak olarak tanımlanan gençlerdi.

Çocukları kimler suçlu yapıyor? Sokak lambalarından sokak çetelerine! - Resim : 3

Sokaklar çocuk ve genç terörüne teslim

Osmanlı’da başkent İstanbul’un asayişi büyük bir önem arz ediyordu.

Evvela şehre her önüne gelen elini kolunu sallayarak giremezdi. Payitahta girebilmek için ve hatta çıkabilmek için tezkire-i mürur isimli bir belge temin edilmesi gerekirdi. Özellikle 19. Yüzyıldan itibaren bu kanun oldukça sert bir biçimde uygulanmıştı.

Arşivlere baktığımızda Dergâh-ı Âli kapıcı başlarından Abdullah Efendi isimli vatandaş cenazesi olmasına rağmen şehre zorlukla girebilmiştir;

“Mahrûse-i Edirne eşrâfı handânından merhûm Şakir Efendi’nin kayınvalide-i çâkerî hanım senâverî nevabiatıyla asıl hal el mülekatı bir müddet içün bu tarafa azîmet ve yine Edirne tarafına avdet idecek olduklarından mûmâ-ileyhânın ol vecîhle gelup şehinşahiden mahrûse-i Edirne’den icâb eden tezkeresine ruhsat buyrulmak üzere bir kıt‘a emir-nâme-i sâmî inâyet buyrulması…”

(Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivi)

Aynı şekilde bir kişi şehre girmişse çıktığından emin olunana kadar takibat sürerdi. Bir başka örnekte bunu net bir biçimde görebilmekteyiz.

Elbette şehre girip çıkanı kontrol etmek tek başına asayişi sağlamak için kâfi bir yöntem değildi. Tüm bu tedbirlere rağmen şehirdeki asayişin kontrol altında olduğu söylenemezdi. Başta Saray olmak üzere şehrin ileri gelenlerinin ortak kanaati kentteki suça bulaşmış çocukları, serseriler ve bekârlar kontrol edilmediği müddetçe sokakların güvenliğinden söz edilemezdi.

Hal vaziyet bu olunca suça bulaşmış çocuklar, serseriler ve bekârlarla mücadele zaman zaman devlet politikasına dönüşmüş ve istenmeyen bir takım olayların meydana gelmesine neden olmuştu. Bilhassa bekâr evleri ahlaksızlığın, suçun ve fuhuşatın merkezi olarak değerlendirilmiş ve çok katı tedbirler alınmıştı.

Tedbirlerin azaldığı dönemlerde de suça bulaşmış çocuklar, bekârlar ve serseri olarak tanımlanan taife genellikle belli bir bölgede toplatılmış ve gözlem altında tutulmuştu. Bu muhitlerin başında Üsküdar gelmekteydi, çoğu bekâr ve serkeş İstanbul’da başını sokabileceği bir çatıyı bu kadim ilçede bulabiliyordu.

İstanbul’da bekâr bir kişi için sorun yalnızca başını sokabileceği bir çatı bulmak değildi. Bir işte çalışabilmek için kefalet belgeleri bulunması yani loncaya bağlı olmaları gerekirdi. Bu belgede bir ustanın kefaleti altında olmadıkları anlaşılırsa İstanbul’da barınabilmeleri pek mümkün değildi.

Nitekim bu tedbir yazılı bir kanun olarak kalmamış ve tatbik edilmişti. Binlerce genç ansızın yapılan gece baskınlarında bir suçluymuşçasına kayıklara bindirilerek İstanbul’dan kovalanmıştı.

Eğer ki bir kimse bekârsa kefaletine ve oturma iznine bakılırdı; ama kılığı, kıyafeti veya hal-hareketlerinde asayişi bozabilecek bir serserilik tespit edilen kişi derhal şehirden kovalanırdı;

“Sokaklarda ve çarşılarda rezil, sefil, serseri gibi dolaşanlar tespit edilip memleketlerine gönderildiler ve böylece İstanbul’dan uzaklaştırılmış oldular."

Çocukları kimler suçlu yapıyor? Sokak lambalarından sokak çetelerine! - Resim : 4

(Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivi)

Tüm bu tedbirlere rağmen yöneticilerin bekârlara olan öfkesi geçmiş değildi. Sultan Üçüncü Selim 1812 yılında aldığı bir kararla Üsküdar’daki bütün bekâr evlerin yıktırılmasına karar verdi.

Tüm bu koşullarda bekârların ve kimsesizlerin sığındığı liman kahvehaneler olmuştu. Bu mekânlar kısa sürede tembelliğin, ifsadın ve kargaşanın yuvası olarak görülmeye başlandı. Üstelik yalnızca İstanbul için değil; Bursa, Edirne ve Selanik gibi önemli vilayetlerde bir mantar gibi kahvehaneler artacaktı.

Çocukların işledikleri suçlarda ise çocuklar ıslah edilmeye çalışılır; ama ceza çoğunlukla vasisine kesilirdi. Sultan Abdülhamid döneminde Darülhayr-i Ali gibi açılan yetimhanelerde devlet suça bulaşan ya da kimsesiz kalan çocukları adeta evlat edinirdi. Onları yetiştirerek önemli devlet makamlarına getirerek soruna köktenci bir çözüm bulmaya çalışırdı.

Sözün özü İstanbul’da ahlaki ve adli asayiş her şeyden önemliydi. Bu uğurda başta suça bulaşmış çocuklar, bekârlar, gençler ve serseriler her daim gözlem altında tutulurdu. Şehre kimse elini kolunu sallayarak giremezdi. Yahut birileri eline kılıç alıp sokak ortasında kafasına göre can alamazdı. Her şeyden önce ise aile kurumunu güçlendirmek tüm bu cerahati engelleyecek yegâne çare olarak görülürdü.

 

Diğer Yazıları