Bilgi var, bilinç yok

Kaç gündür yazmaktan kaçıyordum.

Zihnimden fırlamaya hazır bekleyen sözcüklerden korktum.

Kaç gündür düşünüyorum, gözlüyorum.

Bakıyorum herkes her şeyi biliyor, herkes herkese akıl veriyor.

Ekranlarda okumuş yazmış insanlar “bilgi dövüşü” yapıyorlar.

21. yüzyılı tüm yüzyıllardan ayıran en önemli özellikler, “bilgi” kavramının etrafında toplanıyor.

Önceki yüzyıllar “bilgi” arayışı içindeydiler; olgu bilgisi, olay bilgisi, tanım bilgisi, nasıl yapılır bilgisi.

Bu yüzyılda bilgiye sahibiz, derin bilgiye odaklandık; Zihnin derinlikleri, genetiğin derinlikleri, uzayın derinlikleri.

Başımıza ne geliyorsa bilgi yokluğundan gelmiyor artık.

Dünyanın neresinde ne oluyor, neden oluyor biliyoruz.

Savaşların neden çıktığını, ne yapılırsa biteceğini biliyoruz. Ama bitmiyor. İnsanlar ölmeye devam ediyor.

Fay hatlarının kılcal damarlarına kadar nerelerden geçtiğini, ne hasar vereceğini, kaç sarsıntıda, kaç bina yıkılıp kaç insan öleceğini en az 50 yıldır biliyoruz.

Ülkemizin pek çok alanda olduğu gibi, depremle ilgili de çok ama çok ileri düzeyde bilgi birikimi var.

“Deprem dersimiz yok, ondan ölüyoruz” türü saçma saptamaları boş verin, en kötü mühendislik fakültesindeki bir öğrenci, size deprem dersi verebilir.

Biri bana herhangi bir konuda “rapor yazalım” dediğinde delirmenin sınırlarına gelişim ondan, ülkemizin raporu olmayan konusu yok.

Önümüz seçim ya. Ortalık seçmen analizi yapıp parayı götüren şirket/uzman dolu. Herhangi bir sosyoloji öğrencisini çevirin, anlatır oysa.

“Her yüzeye yıkılmayan bina yapılır” bilgisi bizde yok mu? Var. Suyun üzerine, uzayın boşluğuna yapılabildiğini bilmiyor muyuz, biliyoruz.

“Kızılay’ın depoları milyonlarca çadır dolu olmalı” bilgisi yok mu? Var. Ama çadır yok.

“Vergi affı”, “imar affı” çıkarmanın olumsuz sonuçlarını bilmiyor muyduk? Biliyorduk.

“Milletin ordusu, milletin yardımına ilk koşandır” bilgisi yok mu? Var. Bir savaştan onlarca kat fazla insanın öldüğü deprem bölgesine neden ikinci gün gidildi o zaman?

Üç şeytanlı GSM şirketleri, şehirlere baz istasyonları kurarken depremde yerle bir olacağını bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı.

Malzemeden çalan, çalınca ne olacağını bilmediğinden mi çalıyor?

Artık hepimiz bir dürüst olalım. Bir başkasına değil, önce kendimize.

Başımıza ne gelirse, bilmediğimizden gelmiyor.

Marx, 1867’de “Biliyoruz ama neden bildiğimizi uygulamıyoruz” minvalindeki soruya “sahte bilinç” açıklamasını getirmişti.

“Sistemin araçları, bireyin bilincini de biçimlendiriyor” diyordu.

Yani, basit örnekle, Ayşe’nin verdiği sözcüklerle cümle kurarsan, Ayşe’nin istediği cümleleri kurarsın gibi bir şey.

Ancak Marx ve arkadaşları fazla iyimserlerdi, onlara göre insan, gerçek bilgiye ulaşırsa bu sahteliği yıkabilirdi vs.

Geldiğimiz nokta. Küresel bir körleşme. Her şeyi gördüğümüzü sanırken hiçbir şeyi göremeyişimiz.

Bir tür zombileşme. Yaşadığımızdan eminiz ama aslında öldük.

Herkes birbirine benzeyince, benzemeyene yapıştırılacak etiketlerle dolu cebimiz.

Ben yaşadıklarımızı açıklamak için “sahte bilinç”ten ileri gidiyorum, “bilinç felci” kavramını kullanıyorum.

“Felçli bilinç”, yurttaşlığı, sorumluluğu kendi adına yapacak vekillere devreder, “vekalet yurttaşlığı” diyorum. Kimi siyasi parti lideri bulur, kimi sosyal medya hesabı.

Tıpkı felçli birinin eylemlerini, onun adına yapanların olması gibi.

21. yüzyılda şüphe duymayacağımız tek şey, bilginin varlığıdır. Öyleyse üzerinde düşünmemiz gereken soru şu: Bilgi varken bilinç neden yok?

Nasıl açıklayabiliriz, oturduğu bina her an yıkılabilecek olan adamın “Bu bina yıkılacak olsaydı İngilizler demiryolunu buraya yapmazdı” diyerek evi boşaltmayışını?

Ya da “insan söz konusuysa 2+2’nin asla 4 etmeyeceği” bilgisine sahipken, neden halâ ittifaktaki siyasi partilerin oylarını toplayarak seçim sonucu tahmin etmeye kalkıyoruz?

Herhangi bir konuda tek kitap okumamış birinin, o konuda profesör olan birine akıl veriyor olmasını nasıl açıklarız?

“Özgür ifade ortamı” gibi sunulan sosyal medyanın, insanları sadece ve sadece kendisine benzerlerin görüşlerine açık, farklı görüştekileri linç etmeye hazır güruhlara dönüştürdüğü bilgisi yok mu? Var.

İktidar, muhalif herkes “bilgi” ile “bilinç”i bir arada tutabilse, kesinlikle daha mutlu insanlar olabilirdik.

Acıklı olan da bu. Ağlamamız gereken de bu.

BEN LİSTEYİ HAZIRLADIM

Felaketin zonklaması azaldıkça istifa etmesi gereken, etmezlerse görevden alınması gereken isimleri sıralamak lazım.

Ben listeyi hazırladım, ülkesini seven biri Cumhurbaşkanının önüne lütfen bu listeyi koysun.

Listede sıra numarası yok, istenen kişiden başlanabilir;

-İktidar, muhalefet parti fark etmeksizin bölgedeki tüm belediye başkanları.

Sadece görevden almak yetmez elbette, yargılanmaları lazım. Ancak minareyi çalan kılıfını hazırlar o ayrı.

-Kızılay Başkanı.

Gerekçe o kadar çok ki hangisini sayayım?

-Diyanet İşleri İletişim Sorumlusu.

Felaket zamanlarında ağızdan çıkan sözün, yorumun önemini anlamamaya devam ettikleri, infiale neden olabilecek açıklamalar yaptıkları için.

-İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü ya da ilgili Bakanlık sorumlusu.

İstanbul’da deprem beklendiği halde, riskli okulları boşaltmak için hem Kahramanmaraş merkezli felaketi bekledikleri hem de okulların açılmasını bekledikleri için.

-Diğer illerdeki İl Milli Eğitim Müdürlerinden okullarda depreme dayanıklılık kontrolleri yapmayan, kontrol sonucuna göre gereğini yapmayanlar.

-Bilgi Teknolojileri Başkanı.

Deprem ülkesinde, üçlü şeytan GSM şirketlerini bir kez olsun çağırıp, “kesintisiz iletişimi nasıl sağlayacaksınız” hazırlığı yaptırmadığı için.

-Ticaret Bakanlığı Reklam Kurulu üyeleri.

Reklam dünyasını başı boş bıraktığı, örneğin “Felakette drone’umuz var, oraya uçar, buraya kaçarız” reklamı yapan Turkcell’i çağırıp “Reklam var da drone nerede” diye sormadıkları için.

-Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi rektörü.

Hem adında “medeniyet”, “değerler” olan araştırma enstitüsüne bu kavramlar hakkında fikri olmayan bir müdür atadığı hem de o müdürün depremzedelere yerde, protokole masada organize ettiği yemeğe katılıp masadaki yere oturduğu için.

KÖTÜ ZAMANLARDA GÜNEŞ, İYİ İNSANLARI AYDINLATIR

Yaşadığımız felakette güneş gibi parlayan, sımsıcak iyi insanlar vardı.

O kadar çoklardı ki, dünyayı kötüler yönetiyor algımızı yerle bir ettiler.

İyilerin mütevazılığıydı kötüleri görünür yapan.

Üzerime yıkılır mı diye düşünmeden enkazlara dalan maden işçilerimiz var bizim.

Yardım kuruluşlarında çalışan cesur yüreklerimiz var.

Yorulmak bilmeksizin çalışan, enkazdaki yaralının yanına sürüne sürüne girip damar yolu açan, yara kapatan sağlık çalışanlarımız var.

Dünyanın her yerinden arabalara, uçaklara doluşup koşanlar var.

Önüne gerdiği “Geçmiş olsun Türkiyem” brandasıyla sıra sıra TIR’ları yetiştiren şoförlerimiz var.

Enkazdan 138 saat sonra çıkarıldığında “Param yok, beni özel hastaneye götürmeyin” diyen annelerimiz, enkazdan çıkarılıp ambulansa konurken “kötü kokuyorum” diyen babalarımız var.

Emekli maaşından umreye gitmek için biriktirdiği parasını depremzedelere bağışlayan dedelerimiz var.

Dayalı döşeli evlerini depremzedelere açan teyzelerimiz var.

Tencerelerini kaptıkları gibi felaket bölgesine yemek yapmaya koşan aşçılarımız var.

Nerede yatarım, ne yaparım demeden yollara düşen gönüllülerimiz var.

Depremzede çocukları evlat edinmek için sıra sıra bekleyenlerimiz var.

Aynı yardım çorbası etrafında toplanan ülkücümüz, komünistimiz var.

Kocaman yüreklerimiz ve güzeller güzeli bir ülkemiz var.

ÇOK ÜZÜLDÜM

Bir, olası İzmir depremi kapıdayken, İzmirliler ölmesin diye geçecek her saniye aşırı değerliyken televizyona çıkıp yardım kampanyası yapan Tunç Soyer için,

İki, Beşiktaş’ın kendi iletişim etkinliği için pelüş oyuncak kampanyasına kızıp üyelikten ayrılan Devlet Bahçeli için,

Üç, yıkılan binaların müteahhitlerinin tutuklanmasına sanki felaketten tek kişi sorumluymuş gibi sevinen, organize kötülüğü görmeyen herkes için

BEŞİKTAŞ’IN PELUŞ OYUNCAKLARI

İletişim söz konusu olunca ne futbol takımlarıyla ne de siyasi partilerle ilgilenirim. İşe bakarım.

Deprem bölgesine o, bu, şu kulübün taraftarları olarak koşmadı kimse, hep birlikte sadece iyiliğe koşan insanlardı.

Beşiktaş kulübünün lig maçında deprem bölgesindeki çocuklara gönderilmek üzere peluş oyuncak getirilmesi fikri güzeldi.

Zaten iletişimde sorun hep, fikre aşık olup sonuçlarını düşünmemekten çıkar.

Peluş oyuncakların sahaya atılması güzel görüntü oluşturdu.

Pek sevildi. Ben ise çok rahatsız oldum, utandım.

Aklı başında bildiğim arkadaşlar ne hissetmiş diye paylaşım paylaşım dolandım. Hepsi de fikre bayılmıştı.

Hepsi o görsel şovda iyi kalpler, birlik, dayanışma görmüşlerdi.

Bauman, mahalleye gelen bir pedofile saldıran mahallelileri örnek verip der ki, “Saldırdıkları aslında o pedofil değildir.” Zira, bir araya gelme eylemi, hedefin önüne geçmiştir.

Konu zor geçeyim, beni utandıran durumları sıralayayım;

Bir, Beşiktaş gibi çok büyük bir kulübün deprem kurbanı çocuklar üzerinden PR’a gerek duymasına üzüldüm.

İki, bu teklifi getiren iletişim şirketine “harika” demek yerine “fırlatmasak da kutular yapsak içine konsa” demeyişlerine üzüldüm.

“Gösteri” iyiliği yenmiş oldu. “Halkın takımı” zaten yardımların içindeydi, şovsuz olmaz mıydı?

Üç, “gösteri”nin baştan çıkarıcılığı, oyuncak fırlatanların depremzedelere üstten bakışını ortaya koydu. Halbuki bu Beşiktaş’ın felsefesine ters.

Dört, oyuncakların önemli kısmını zaten kulübün aldığı bilgisi gizlenerek, insanların kandırılmasına gerek yoktu.

Beş, pelüş oyuncakları tribünlere oturtarak çekilen fotoğrafların, drone’la çekilmiş kurgu filmlerin servis edilmesinde yardım değil de bir “gösteri” amaçlandığı ortadaydı.

Altı, oyuncak fırlatanların ve onları izleyenlerin alkış seslerinin vicdanları bastırmış olmasına hiç girmeyeyim.

Özetle, artık “gösteri” gerçeğin yerini almıştır. “Gösteri” ne kadar büyük ve zararsızsa gerçek o kadar küçülür.

Bu yazıyı okuyan 10 okurdan 5’i beni anlarsa kârda sayılırım.

AKLIMDA KALAN

“Türkiye-Suriye depremi” ifadesi: Yaşadığımız felaket, uluslararası her ortamda “Türkiye-Suriye depremi” olarak yer alıyor. Coğrafi olarak doğru mu? Doğru. Komşuluk ilişkilerinin ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından doğru mu? Doğru. Ve fakat, felaket görüntüleri öyle kurgulanarak sunuluyor ki, hangisi Türkiye, hangisi Suriye karışıyor. Aramızdaki büyük farklar yok sayılıyor. O zaman da kendimi şöyle sakinleştiriyorum: Sefalet ve felakette insanların hepsi birbirine benziyor…

Diğer Yazıları