CHP’nin seçimlerde %65 oy alabilmesinin yolu

Yeni bir seçim mevsimi başlamak üzere.

Isınma turları, nutukları ve propaganda çalışmalarının hazırlığı yapılmakta.

Din, inanç ve bu bağlamdaki unsurlar, hiç alakası olmayanlar tarafından dahi, Cumhuriyet tarihindeki toplumsal siyasetin bir manivelası haline getirilebilmektedir.

Geçmişte Milli Şef ve sonrası dönemde CHP’nin propaganda çalışmalarında bu kabilden uygulamalarla sıklıkla tanış olmak mümkündür.

Oysaki Milli Şef İsmet İnönü’lü yıllarda memlekette ezan Arapça değil, hatırlanacağı üzere, Türkçe okutulmaktaydı. Müezzin efendiler Müslümanları namaza davet etmek için yeni rejimin dini nidalarını minarelerden günde beş vakit:

Tanrı uludur, Tanrı uludur,

Tanrı uludur, Tanrı uludur

….

şeklinde duyurmak zorundaydı.

Öyle ki halk tarafından bu çağrıya bir teşbih ve aynı zamanda takbih olmak üzere İnönü Türkiye’sini tasvir eden ve İstanbul ve Ankara ahalisinin dilinde yaygın bir surette dolaşıp duran oldukça muzip bir çağrı da icat olunmuştu:

İsmet uludur!

İsmet uludur!

Memurlar Saracoğlu’nun kuludur!

…..

Gerçi dönemin entelektüellerinden olan ve günümüzde dahi şahs-ı manevisi pek fazlaca sevilen bir isim olarak Ziya Gökalp da gidişatı aşağıdaki mısraları ile daha da alevlendirmişti:

Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’an okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın

Dolayısıyla dönem yeni bir ulus inşası yolunda yeni adımların atıldığı bir dönemdi.

Dahası 1945 yılında dönemin Bakanlar Kurulu muhtelif yayınevleri tarafından bastırılıp satılmakta olan pek çok satılıp okunan bir dizi (popüler) dini kitabı faydasız ve zararlı olarak değerlendirilip yasaklamıştı.

Milletin hararetle okuduğu bu kitaplar peki neden yasaklanmıştı...

Konuya değinen ABD belgelerine göre söz konusu kitaplar yarı dini literatüre aitti. Hükümet yetkililerinin dini fanatizmi ve olası ırksal düşmanlıklar beslemesi ve İslam hakkındaki mitlerin ve tarihsel olarak sorgulanabilir bilgilerin sürekli surette yayılmasına son verilmesi isteğiyle böyle bir yasaklama söz konusu olmuştu. Ayrıca unutulmaması gereken bir başka husus ise, Anayasa'da da belirtildiği üzere, altı temel prensipten veya anayasanın temel unsurlarından birisinin de devletin laik olduğu gerçeğiydi. Hükümet, bu tür bir okuma listesinin, nüfusun geniş bir kesiminde İslam inancının canlılığını devam ettirebileceğini ve o günkü Türkiye'nin materyalist zihniyetiyle bağdaşmayan bir görünüm arz edeceğini düşünmüş olmalıydı.

Milli Şef döneminde din eğitimi konusu da milletin kendi dini inancını öğrenmekten mahrum edilmesi şeklinde seyretmişti.

İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde dini derslere eğitim sisteminde yer verilmemişti. Dönemin gazetelerinden örneğin Vatan:

Bir nesil sonra camileri sadece birer abide olarak görüp, halkın birbirine şaşkınlık içinde; “bu abideler acaba ne maksatla kullanılmaktaydı”, diye sorduğunu işiteceğiz

diye yazıp durumdan şikayet etmişti.

Dini eğitime eğitim sisteminde yer verilip verilmemesi 1946 sonu ve 1947 başlarında ancak tartışma konusu haline gelebilmişti. Bu duruma neden olan husus ise dine karşı duyulan hassasiyetten ileri gelmemiş, Sovyetlerin dini inancı siyasetin istismar vasıtası haline getirmeye yönelmesi ve dinin öğretilmesi suretiyle Yeni Türkiye’deki mevcut rejimin muhafaza edilmesi düşüncesi kaynaklıydı.

O günlerde Vatan gazetesi bu durumu sayfalarına taşımış ve:

Sovyetler Birliği dini siyasi maksatlarına ulaşmak için kullanmaya başlamaktadır. Şayet dini konuları konuşmaktan kaçınır ve sessiz kalırsak rejimimizi korumaktan kaçınmış olacağız

diye belirtmişti.

Vatan’ın görüşlerine katılmayan hükümet taraftarı Necmettin Sadak ise Akşam gazetesinde:

Laik bir devlette dini ulusal ve resmi bir araç olarak kullanmak, o rejimi temelinden sarsmaya çalışmakla aynı anlama gelir. Dini öğretmeye başladığımızda, dinin emirlerine uymakta nerede duracağımızı gerçekten biliyor muyuz?

diye itiraz etmişti.

Esasen İsmet Paşa 1929 Aralık ayı nihayetlerinde Türkiye’de dini reformun muhtemeliyeti konusunda Rockefeller Vakfı adına kendisi ile bir görüşme gerçekleştirmiş bulunan ABD’li Miss Ruth Woodsmall’un “Türk Sosyal İnkılaplarının temel dayanağı nedir?” sorusuna verdiği cevapta iki önemli ilke üzerinde durmuş ve Türkiye’deki siyasi idarenin dine bakışını şu suretle dillendirmişti:

Birincisi, Türkiye'nin değişim ihtiyacının farkına varması, gecikmiş gelişimin bilincinde olması, değişim için gerekli faktörleri araştırması ve Doğu ile Batı arasındaki farkları analiz etmesidir.

İkincisi, Türkiye, yarı yolda alınan önlemlerin etkili olamayacağını anlayarak, ilerici reformlar programını kabul ederken gerekli olan her türlü fedakarlığı yapmaya istekli olmuştur.

Temel çıkış noktası, devletin din egemenliğinden tam bağımsızlığıdır. Başka bir deyişle, hükümetler bir zayıflık duygusuyla din ve ilerleme arasında uzlaşma bulmaktan memnun olabilirler. Türkiye’de din tamamen farklı bir mesele haline getirildiği için, dinin reformlarla uyumlu hale getirilmesi sorununu düşünmek hem mantıksız hem de gereksiz olacaktır. Her bir süreci denemek, sosyal reformun din ile hiçbir bağlantısı olmadığı şeklindeki temel ilkenin reddi olacaktır. Laik süreç, tüm reformların başlangıç noktasını temsil eder.

Başta İsmet İnönü olmak üzere CHP’nin dine bakış ve yaklaşımı normal zamanlarda bu minvalde iken olağanüstü hallerde yahut aşılması gereken engeller karşısında daha farklı olabilmiş, samimiyetsiz bir surette dinden medet umulabilmiştir.

Bir CHP delegesinin ekte yer verilen ve İsmet İnönü’ye:

“Sayın Türk Üreticisi,

             Büyük Paşam!”

abartılı suretteki hitabı ile başlayan mektubu dinin CHP nezdinde nasıl istismar unsuru olarak görüldüğünü açıkça ortaya koymaktadır.

Kaynak: TTK Arşivi; Koleksiyon İİ; Kutu 1; Gömlek 122; Belge No: 122.

Tüm yazılarını göster