Namık Tan'ın bilinmeyenleri...Batı'ya hizmet, çift pasaportlu hayatlar
CHP kurulduğu günden beri muasır medeniyet seviyesini ve hedefini Batı başkentlerinin saatlerine göre ayarladı. Bunu topluma ve tarihe medeniyet tercihinde gömlek değişimi olarak sundu.
Batılışama süreci aslında CHP’den çok önce başlamış bir şeyse de bu süreç kendi anti-tezini, tekâmülünü ve eleştirisini taşıyordu.
Namık Kemal, Hürriyet kasidesini yazarken yahut Şinasi Tercüman-ı Ahval’de aklın kıstaslarını Batı kaideleri ile çizerken bile günün sonunda kendilerinin Batı’dan başka bir şey olduklarını biliyordu. O yüzden Namık Kemal “Renan Müdâfaanâmesi”ni kaleme alırken aynı Şinasi İslam’ın içtihat kapılarını yeniden açmaya uğraşıyordu.

Bizde Batılılaşma sürecini başlatan aydın kadrosu kompleks sahibi değildi, belki hayrandı; ama yine de kendileriydi.
CHP’nin üzerine inşa olduğu akıl ise tamamen tek yönlü bir Batı hayranlığı olurken bunun halkımıza aksülameli (tepkisi) tarihte Firavunların dahi kendisine layık bulamadığı ölçüde bir kibir hezeyanı olacaktı.
Daha Lozan’da CHP Batı’nın aferinine dünyaları verdi
Bugün, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Batı Başkentlerine ülkesini şikâyet ediyor olması, onların alkışı ve aferinini siyasi bir zafer olarak değerlendiriyor olması CHP geleneğinde gayet doğal bir hadisedir.
Bu teslimiyet hali İsmet İnönü’nün vücudunda daha Lozan’da ete kemiğe bürünmüştü. Hatıratlardan ve dönemin belgelerinde acı şekilde görüyoruz ki delege heyetlerinin alkış akisleri bazı vatan topraklarının el değiştirmesinden daha büyük heyecan yaratabilmekteydi.
1930’larda halk evlerinde bir amentü gibi “İlerleme” adı altında nutuklar bir dini ritüel gibi okutulurken zavallı Türk köylüsü kendi mukaddes kitabını dilinde okuyamıyor ve çocuklarına öğretemiyordu bile.
1950 senesinde iktidarı kaybettiğinde bu zihniyetin muhalefetinde en büyük söylem ve eleştiri “Batı demokrasisine ihanet” lafzı üzerine inşa edilmişti.
Bu durum 12 Eylül öncesinde de değişmeyecek Bülent Ecevit her fırsatta Brüksel’e koşup ülkesini şikâyet etmeyi siyasi bir marifet olarak görüyordu.
Bu gelenek halk partisinin kodlarına öyle işlemişti ki milletten önce koşup Brüksel’e gitmek artık siyasi bir mücbire hatta emre dönüşmüştü.
CHP’nin Batı’ya duyduğu hayranlık, hiçbir zaman felsefî bir içerik taşımadı. Ne Kant’ın ahlakı ne Locke’un özgürlük anlayışı konuşuldu. Sadece vitrin ithal edildi: kravat, salon, protokol, dil… Ama o vitrin, Anadolu insanının yüreğinde hiçbir zaman inandırıcı olmadı.
Medeniyetin kendisini ve değerlerini tatbik, CHP’de taklide; hatta medeniyetin kendisinden ziyade yönünü izlemek anlamlı hale gelen bir hastalığa dönüştü. Batı ne derse doğrudur, haklıdır ve mutlaka uygulanmalıdır anlayışı yüz yıllık CHP geleneğinin özetidir.
Batı muhatabımız mıdır?
Kopeneng kriterleri, toplumumuza daha müreffeh, sağlıklı ve güçlü bir gelecek vadediyorsa anlamlıdır; ama bir deli gömleği gibi köklerimizle bağımızı İslam ülkeleri ile rabıtamızı kopartıyorsa o zaman Ankara Kriterleri deyip yeni bir yol çizmemiz gerekir.
Bu kriterleri çizerken Ankara kendi kriterlerini belirlerken Kopeneng’tan da yararlanır Moskova’dan da.
Türk milletinin Batı’ya bakışı hiçbir zaman aşağılık duygusuna dayanmadı. Biz, Batı’nın ilmini aldık ama kültürel tahakkümünü reddettik. Ne Selçuklu ilmini Paris’ten öğrendi, ne Osmanlı adaletini Londra’dan ithal etti. Bugün de Türkiye, kendi tarihsel özgüvenini hatırladıkça dik durabiliyor. Bu yüzden son yirmi yılda yaşanan diplomatik dönüşüm, sadece dış politika değil, bir psikolojik devrimdir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa’nın içinden yükselen İslamofobik dalgaya karşı cesur çıkışları, aslında bu tarihsel onarımın tezahürüdür Batı’ya “hoş görünme” refleksinin yerini artık “eşit ilişki” arayışı aldı. İşte CHP’nin anlamadığı tam da budur: Türkiye artık Batı’nın öğrencisi değil, muhatabıdır.
CHP Batı’ya karşı boynunu bükmeyi marifet sandı
Kıbrıs meselesinde ABD Başkanı Johnson’un Menderes’e değil, İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup hâlâ arşivlerin en utanç verici belgelerindendir. “Amerikan silahlarını kendi çıkarınıza kullanamazsınız” diyerek bir ülkenin egemenliğini hiçe sayan o mektup, Türkiye’ye bir tokattı. Ama CHP iktidarı o tokadı sineye çekti. Ne bir karşı nota verildi, ne bir diplomatik tepki. O mektup, Batı’ya bağımlılığın belgesi olarak Cumhuriyet arşivine kazındı. Bugün CHP, aynı zihniyetle Brüksel’de, Strasbourg’da aynı dili konuşuyor: “Biz demokrasi istiyoruz ama bu halk anlamıyor.” Oysa anlamayan halk değil, halkına inanmayan siyasettir.

Batının gözüne girme hevesi ve Yeni CHP
Monşerler siyaseti, Türkiye’nin Batı’ya olan tarihî bağımlılığının en rafine formudur. Bu zümre, “Batı’nın onayı olmadan hiçbir şey olmaz” anlayışının diplomatik tercümesidir. Bürokratik soğuklukla halk iradesini dengelediklerini sanırlar; oysa yaptıkları, devletin damarlarına “özgüvensizlik” enjekte etmektir.
1950’lerden itibaren her dış politika krizinde aynı figürleri gördük: Batı elçiliklerinde eğitim almış, Türkçeyi resmî bir metin dili olarak değil, halkla mesafe aracı olarak kullanan isimler… Bunlar için “millî duruş” tehlikelidir; çünkü Batı’yı rahatsız eder. Onlara göre Washington ne derse doğrudur, Brüksel ne yazarsa demokrasidir.
Bugün CHP’nin Namık Tan gibi isimleri parlatması, aslında bu eski zihniyetin yeniden parfümlenmiş hâlidir. Tan’ın diplomasideki uzun mazisi, “Türkiye’yi Batı’ya anlatma” gayretinden çok, Batı’nın Türkiye’ye biçtiği rolü içselleştirme hikâyesidir.
Lakin bu hikâye CHP’nin anlattığımız “Aferin” geleneğine fazlasıyla uyumludur.
Namık Tan, ABD ve İsrail’de görev yaptığı yıllarda Türkiye’yi anlatırken, her fırsatta “demokratik Batı ailesi” vurgusu yapardı. Bu vurgunun içinde milletin kendi hikâyesi yoktu. Ne Anadolu’nun sesi, ne Gazze’de ağlayan çocukların yankısı… Sadece Batı’nın sevdiği türden cümleler: “Türkiye reform yapıyor”, “Türkiye Batı’ya yaklaşıyor.”
Oysa diplomatın görevi, milletinin vakarını taşımaktır; aferin almak değil, saygı uyandırmaktır. Namık Tan çizgisi, Türkiye’nin kendi diplomatik dilini kaybettiği yılların sembolüdür. Bugün CHP’nin onu “yeni yüz” diye sahaya sürmesi, aslında kendi geçmişine dönüş çabasıdır: Batı’nın gözünde makbul, ama kendi halkının gözünde yabancı bir CHP.
Namık Tan ve benzerleri, “Batı’yla dostluk” adına Türkiye’nin Filistin, Azerbaycan veya Libya gibi dosyalardaki haklı tezlerini bile yumuşatmayı meziyet sayarlar. Bu diplomasi, devlet aklı değil; diplomatik dalkavukluk üretir. Monşerler için mesele “ülke menfaati” değil, “Washington’da hangi resepsiyona davet aldım” meselesidir.
Oysa bugün CHP’nin anlayamadığı nokta çift pasaportlu diplomatlar devrinin kapandığı ve aferincilik siyasetinin halkta bir karşılığı olmadığı gerçeğidir. Buna rağmen CHP Genel Başkanının bir yandan Avrupa başkentlerinden medet umarken öte yandan Namık Tan gibi isimlere bel bağlaması son derece acınası bir ahval olarak karşımıza çıkmaktadır.