Kanal D Haber'in kaptanı Süleyman Sarılar'dan çok konuşulacak yorum
15 Temmuz FETÖ'cü darbe girişiminin ardından çok sayıda hatıra kitabı okurlarla buluştu.
Pekçok gazeteci ve akademisyen o kabus günü yaşanları çeşitli platformalarda kaleme aldı. Bu anı ve hatıratların bir kısmı kitap haline getirildi.
FETÖ'cü darbe girişimiyle ilgili en ilginç kitaplardan biri de, Yeşim Demir'in Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığı Puslu Yayıncılık etiketiyle çıktı.
"Bu kitabı halk yazdı" alt başlığı ile okuyucularla buluşan "Darbeye dur dedik!" isimli kitapta 45 yazarın 15 Temmuz anıları yer aldı.
Gazeteci-yazar Ahmet Tezcan, gazeteci Can Ataklı, reklam sektörünün duayen ismi Nail Keçili, Kanal D Ana Haber spikeri Serdar Cebe ve gazi Sabri Ünal'ın da aralarında bulunduğu önemli isimlerin kaleminden okurlar o gece yaşanaları özümseme fırsatı yakaladı.
Kitapta dikkat çeken bölümlerden biri de Kanal D Haber Genel Yayın Yönetmeni Süleyman Sarılar'ın 15 Temmuz gecesi Doğan Tv binasına yönelik baskında yaşanları anlatığı bölüm oldu.
Kitapta, Süleyman Sarılar'ın, FETÖ lideri Fethullah Gülen'i, 1992 yapımı "Zehirli Sarmaşık" filminde Drew Barrymore'un canlandırdığı karaktere benzetmesi de dikkat çekti.
- İşte Süleyman Sarılar'ın kaleminden 15 Temmuz gecesinin hikayesi;
Demokrasi Şatosu
Zehirli bir sarmaşığın tüm evimizi, odalarımızı, hayatlarımızı sardığını, bizi kalbimizden vurduğunda anladık.
Çiçeklerine aldandığımız, gözümüzü boyayan "güzelliğin", için için her hücremizi zehirlediğini, ancak "o gece" öldürücü darbeyi indirdiğinde anladık.
Kırk yıl önce bahçe duvarının dışında biten "yasaklı bitkinin" önce avludan içeriye girdiğini, sonra tüm bahçıvanları aldatarak bahçemizde yetişen meyve ağaçlarını bir bir sardığını, o meyvelerin birer alev topuna, birer gülleye, birer kurşuna dönerek, yıkılmaz zannettiğimiz 93 yıllık demokrasi şatomuzu yerle bir etmeye kalktığını, Truva atı gibi sinsi bir kuşatma altında kaldığımızı anladık.
Şimdi geriye dönüp baktığımızda, bağıra bağıra gelen tehlikenin, koca bir ülkeyi yavaş yavaş çürüten zehrin, nasıl tüm kılcal damarlarımıza sızdığını, aslında sızıntının adını gizlemeye bile gerek duymadan, kendini bahçenin sahibi sanan çınarların daha büyük tehlike olduğuna herkesi inandırarak, gizli bir planı bazen bir adım geriye çekilerek sonra da iki üç adım ilerleyerek uyguladığını geç de olsa fark ettik.
***
Zehirli sarmaşığın ne kadar acımasız olduğunu anlatmak için 15 Temmuz gecesine dönmeliyim.
Masamda oturmuş, telefonla rejiye başlıklar veriyordum. O sırada ekranda başörtülü bir kadının, sokaktaki bir tank üzerindeki askerleri, "Evladım, yapmayin, size yazık" diye ikna çabaları akmaktaydı. Yaşlı kadın askerlere yalvarıyor, olmadı bir anne şefkatiyle, "Bana bak, in aşağıya, tokatlarım şimdi seni" diye hafiften kızıyor, sonra yine yalvarıyordu. Ekranlar "son dakika" yazılarıyla kızarmıştı.
Önce bir helikopter sesiydi duyduğum. Sonra Hollywood'un aksiyon filmlerindeki bir sahneyi canlı canlı izledim.
Masamın karşısındaki yekpare camda bir helikopter belirdi. Hani aniden camdan yükselen ve sonra içerideki "kötü adamların" kurşun yağmuruna tutulduğu sahneler vardır ya öylesine gerçekçiydi. İlk tepkim, odadaki arkadaşlara "Tarayacaklar" diye bağırmam oldu. Ama ağzımdan çıkan sözün ağırlığma inat cama koştum. Helikopter, camı yalayarak hemen önümüzdeki otoparka iniyordu.
Yere iyice alçaldığında, askerler atlamaya başladı. Onca yıl askeri operasyonları, çatışmaları, iç savaşları izlemiş biri olarak, her şey gerçeküstü geliyordu. Çünkü yıllarca başkalarının savaşını, başkalarının öykülerini ekrana taşımıştım. İlk kez kendi öykümüz yazılıyordu, gözlerimin şahitliginde.
O şaşkınlıkla saydım, tam 14 silahlı asker indi. Helikopter hızla uzaklaşırken askerler havaya ateş açarak güvenlik görevlilerinin olduğu girişe yöneldi.
Güvenlik görevlileri, ellerini havaya kaldırmış, teslim olmuştu. Başka ne yapabilirlerdi ki gelenler devletin (!) resmi üniformalı askerleriydi.
Sonra ikiye ayrıldılar. Bir grup koşar adım Doğan TV bina girişine, bir grup Hürriyet gazetesi girişine yöneldi.
O an odamdan çıkıp merdivenlere koştum. Hızla katları inerken, bugüne kadar beyaz camdan akıp giden çatışma görüntülerindeki insanların neler hissettikleri hızla aklımdan gelip geçti.
Birinci katta, burnuma doğrultulmuş bir silah ve cephede görmeye alıştığım askerlerle karşılaştığımda, ilk tepkim gayri ihtiyari, "Neden geldiniz buraya" diye bağırmak oldu. Sonradan, rütbesini gizlemek için omzundaki apoletlerini kapattığı bez parçasını çekiştirerek üç yıldızlı yüzbaşı olduğunu öğrendiğim subay, "Ordu komutanının emri var. Burayı hemen boşaltın, yayını da kesin" diye bağırıyordu.
Oysa bir saat kadar önce l. Ordu komutanının "darbeye karşıyız" açıklamasını "son dakika" yayımlamıştık.
Yüzbaşının yalan söylediği, gözlerinden ve telaşından anlaşılıyordu. "Ordu komutanı darbeye karşı olduğunu açıkladı. Buraya giremezsiniz, yayım kesemezsiniz..." gibi haykırışlarım havada kaldı.
Askerler ve iki subay hızla merdivenleri çıkıyor, biz de arkalarından yetişmeye çalışıyorduk.
Gecenin 3'üne kadar yayın yapan arkadaşlarım hep bir ağızdan itiraz ediyor, askerlerin üzerimize doğrultulmuş namluları ve "vururum" tehditleri arasında büyük bir karmaşa yaşanıyordu.
TRT'den sonra basılan ikinci yayın kuruluşu bizdik.
TRT'yi basan cuntacılar bir bildiri okutmuşlardı. Acaba bizim için de bir bildiri hazırlamışlar mıydı? Oysa bu iletişim çağında, neredeyse her cep telefonunun bir TV istasyonuna dönüştüğü teknoloji çağında, televizyon basarak "darbe" yapacağını sanan subayların olduğunu görmek, 1980'lerde kalan köhne bir gelenekti.
Zaman tünelinden çıkmış subayların varlığı bile gerçeküstüydü. Kameraman arkadaşım Ahmet Akpolat o hengameyi kaydederken, darbeci yüzbaşının kamerasına saldırmasını, askerlere "Alın bunu enterne edin" diye emir vermesini, engel olmaya çalışırken sırtıma silah dayanmasını, binanın içinde ateş edilmesini zaten izlediniz, biliyorsunuz.
Binamızın önüne yığılan halkın desteğiyle, polis operasyonunda o darbecilerin derdest edilmesini de izlediniz, biliyorsunuz.
Ülkedeki zorbalığın, caniliğin yaninda bizimki devede kulak kalır.
15 Temmuz gecesi, ülkenin dört bir yanında tanklar sokaklara çıkmış, savaş uçakları havalanmış, kendi halkına ateş açan askerler acımasızca yüzlerce insanımızı katletmişti. Ajanslardan, muhabirlerimizden öyle görüntüler geliyordu ki, daha çok çılgın bir senaristin yazdığı gerçekten inanılması güç film karelerini andırıyordu.
İstanbul Boğaziçi Köprüsü'nde tanklar halkın üzerine ateş açıyor, uçaklar demokrasimizin mabedi olan Meclis'i bombalıyor, asker polise, polis askere kurşun sıkıyor ve sanki kanlı bir darbenin son sahneleri çekiliyordu.
Ama senaristlerin hesap edemediği, halkın direnişiydi. Gencecik oğlanlar-kızlar, tankların önüne yatıyor, yaşlı dedeler-nineler askerlerin kurşununa göğüslerini siper ediyor, meydanlar alev kusan silahları bedenlerinde sondüren Türk halkıyla dolup taşıyordu. Daha dün birbirinün gozünü oyan iktidarı muhalefetiyle bir ülke darbeye "dur" diyor, demokrasi destanı yazıyordu, destan ki bize evimizi odalanmızı, hayatlarımızı saran zehirli sarmaşığın, tüm hücrelerimizi ele geçirdiğini gösterdi.
Derin uykudan, kanlı bir kabusla uyandık. Aslında yatak odalarımıza, hatta yataklarımıza uzanan
dallarının farkına vardık.
Aynı adla çevrilen (Poison Ivy-Zehirli Sarmaşık) Amerikan filmi, özel bir okulda okuyan çok akıllı, çok güzel, ama çok tehlikeli bir kızın, sinsi planlarla yeni tanıştığı birinin evine yerleşmesini, kısa sürede ev sahibi gibi yaşamasını, her şeyi ele geçirmesini, evin babasını ayartarak sinsi planlarını uyguladığını anlatır.
Aslında filminin bu ismi taşıması tesadüf değildir. Sadece ABD'de yetişen parlak yapraklı zehirli sarmaşık, temas ettiği her bünyede şiddetti enfeksiyonlara, hastalıklara yol açan bir bitkinin de adıdır.
Şimdi o zehirli sarmaşığın kökünü kurutmak, odalarımızdan evlerimizden başlayarak bahçemizi, toprağımızı, vatanımızı o lanetli bitkiden temizlemek gerekiyor.
Toprağın sahibi olduğunu sanan dikenleri bastırıyor diye göz yumduğumuz, tehlike çanları çalan meyve ağaçlarını susturduğumuz, hatta kökünden kestiğimiz ve daha da serpilsin diye su verdiğimiz zehirli sarmaşığın bir daha toprağımızı istila etmemesi için, bahçıvanları bize bağlılıklarına göre değil liyakatlerine göre seçmeliyiz.
Ev sahibi olarak duvarlanmızı tahkim ederken, demokrasi şatomuzu daha muhkem hale getirmek için tüm küskünlükleri unutup birlikte işe koyulmalıyız.
Ustasından çırağına, ev sahibinden kiracısına herkes ama herkes demokrasi harcıyla yeni bir vatan inşa etmek için seferber olmalı, bir daha zehirli sarmaşıklar bitmesin, diye yeni bir kapı aralamalı.