Haberiniz olsun: 2+2 artık 4 değil!

Muhafazakâr bir toplumuz, değiliz de öyle biliniriz.

Bizde bilim de, akademi de muhafazakâr. Bilginin doğasıyla tutarsız.

ABD toplumu bizden daha muhafazakâr.

Ama orada akademi muhafazakâr değil. Değişimci ve ilerlemeci. Bilginin doğasıyla tutarlı.

Bizim bilim dünyamız bal yapmayan arıya benzer, onlarınki sürekli yenilenir, uyumlanır.

Karşılaştırma yanlış anlaşılmasın, ben iflah olmaz bir yurtseverimdir, ABD’yi abartmam. Derdim başka.

Sıklıkla “20. Yüzyıla dair bildiklerinizi unutun, 21. Yüzyıl kendi bilgisini oluşturuyor” diyorum ya, “kaotik bilimler” diye yeni bir alan var.

Basit şekliyle yerçekimi, ağacın altında yatan Newton’un tepesine elma düşmesiyle bulunmadı. Ampulü bulan da Edison değildi.

En çarpıcısı şu: 2+2 artık 4 değil! Neden? İlgilileri açıp okusun.

Gelelim bizim siyaset dünyamıza.

Nasıl halâ herkesin ayakta uyuduğunu gösteren iki örnek vereyim.

Birincisi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 6’lı masadaki partilerden birini hedef alarak özetle, “O masadan kalkıp bize katılması lazım” dedi. 

Yorumcu güruh ikiye ayrılıverdi: “Oyları kazanmaya yetmiyor destek arıyor” diyenler ve “Doğru” diyenler.

2 + 2 = 4’cü hepsi.

Kaotik bilim der ki, “derinde bir şeyler olmazsa, yüzeyde göremezsiniz.” 

Yılların siyasetçisi Erdoğan, kapalı kapılar ardında olanları bilmese böyle der miydi?

İkincisi:

Kalmış seçime 6 ay. Ortada muhalefetin cumhurbaşkanı adayı yok!

Tüm siyasi iletişim bilgilerine ters.

“Seçilecek aday koyacağız” özgüveni nereden kaynaklanıyor?

2+2’nin 4 ettiği saplantısıyla 6’lı masa oylarını topluyorlar! Bedenen 21. Yüzyılda, kafaca 20. Yüzyılın ilk yarısındalar.

Seçmen analizleri zayıf. “Biz ne dersek seçmen onu yapar” sığlığıyla, seçmeni küçük gören bir anlayışları var.

Bu yüzyılda seçmen davranışı, gerçek uzmanlarca analiz edilmedikçe öngörülemez.

Önceleri adayı merak eden seçmen, artık sıkılmaya başladı bile. Ayın başında evlenip, ayın sonunda boşananlar dünyasındayız.

Sahi, Cumhurbaşkanı masadaki partiye, “O masada işin ne, kalk oradan” derken, neden kimse aynı soruyu masadan ilk kalkması gereken CHP ve Kılıçdaroğlu’na sormuyor?

“AMA”SIZ YAPILMASI GEREKEN İŞ

Daha geçen ay, komadaki hastaya yapılan işkenceyi unutmadan bu kez, Tokat’ta benzer bir olay gündeme düştü.

Bilinci yerinde olmayan hastaya şiddet uygulanması görüntüleri kan dondurucuydu.

Ne yapıldı?

İki olayda da hastane faaliyetine son verildi, hep böyle oluyor. Durumu iyileştirmek yerine kapıları kapamak seçiliyor.

Halbuki “insanla iletişimde olan stresli meslek grupları” tanımı yapılmalı.

Hasta bakım hizmetlerinde çalışanlar, toplutaşım sürücüleri, emniyet görevlileri, çağrı merkezi çalışanları gibi.

Bu tanıma giren meslekler stres kategorilerine ayrılmalı.

Her kategorinin mesai süreleri değişmeli.

İşe alım kriterlerine psikolojik drenç kriterleri eklenmeli.

Aralıklarla psikolojik destek almaları sağlanmalı.

Denetim mekanizması geliştirilmeli.

Aksi halde sorun devam edip gider.

NE KADAR DOĞRU

Bir, Zülfü Livaneli memleketimin okullarına “İnsan ilişkileri dersi konmalı” demiş. 

Ne kadar doğru.

Her tarafı dökülen eğitim sistemimizde başta “felsefe dersi” olmak üzere çok şey eksik.

İki, nihayet Nejat İşler efsanesi hayata döndü. İsyan ve itirazları sürüyor olabilir ama reddedişleri bitmiş gibi.

Oksijen’deki söyleşisinde öyle bir cümle kuruyor ki, bugüne kadar yazdığım cümlelerin altını çiziyor sanki.

“(Aktörlere) şöhretle nasıl başa çıkacağını, bir iş geldiğinde nasıl halledeceğini anlatacak birisi olmalı. Menajer yetmez. Bu işi bilen birisi olması lazım.”

Ne kadar doğru. Tanıdığım birçok şöhret bu noktada çuvallıyor, çünkü her işi menajerle yapmaya alıştırılmışlar. Sonuç genelde hüsran.

Kaç kez yazdım, sporcunun da şöhretin de sonunu menajer getiriyor. Menajer kısa günün kârı için iş bağlamaya odaklı, çalıştığı kişinin istekleri, duyguları, hedefleri, potansiyeli küçük bir ayrıntı kalıyor.

Üç, Mario Levi’ye “Twitter mı, Instagram mı” diye sormuşlar. Levi “Twitter çok sinirimi bozuyor” demiş, “Hele o iğrenç sen dili yok mu! Tanımadıklarının sana böyle hitap etme haklarını bulmaları…”

Ne kadar doğru. 

Sosyal medyada ya da gerçek yaşamda fazla yakın olmadan “sen” diye hitap edenlere ifrit oluyorum. Bir daha karşılaşmak bir yana, yanlarından geçmek bile istemiyorum.

Dört, Gökhan Tepe, Hakan Gence’ye şöyle diyor: “Kendimi hiç starlık çatısı altında konumlandırmadım. Star olmak biraz yalnızlığı, mesafeleri gerektirir.”

Ne kadar doğru.  Ama eksik. Star olmanın faturası ağırdır ama aldığı karşılıklar da fazladır.

Starlar benzerlerinden daha fazla ilgi görür, daha fazla kazanır, hak ettiğinden çok daha fazla değer bulur. 

Birbirine benzer şarkılarla halâ büyük ilgi gören Tarkan gibi. Star olanın bir kerede kazandığı parayı, star olmayan 15 kerede kazanır.

KENDİNDEN KAÇMA, KENDİNİ SEV

Büşra Pekin iyi bir komedyen, başarılı bir oyuncuydu. Kendine özgü bir yüzü, karakteristik bir burnu vardı.

Öyle ünlü oldu, öyle sevildi, öyle para kazanmaya başladı.

Sonra bir dizi estetik ameliyat olmaya, kilo vermeye karar verdi.

Sonuçta istediği oldu, zayıf, güzel bir kadın oldu. Yeni yetme dizi oyuncularına benzedi. 

Burnu ameliyatlı, saçı uzun, beli oyuntulu kızlar sınıfına girdi. Sıradanlaştı.

Olmak istediği kişi oldu ama artık, kendisi orada değildi.

Acıklı.

HAKKI YENMİŞ KENTLER

Ahmet Hakan köşesinde “Giresun’u henüz görmediğini” yazınca şaşırdım.

Benim için Giresun hak ettiği değeri görmemiş kentlerimizdendir.

Giresun kalesinden Karadeniz’e bakmadıysa, “Dünya ne güzelmiş” diyemez insan.

Hakkı yenen kentlerimizden diğeri ise Kastamonu’dur.

Kastamonu kıyılarında dolaşmadan, İnebolu’da, Abana’da yürümeden hiçbir yere “dünyanın en güzel yeri” dememeli insan.

İNSAN NE ZAMAN MUTLU OLUR?

İnsanlar “mutlu olmak” gibi bir hedef koyuyorlar, ne kadar yanlış. 

Mutluluğu, eşeğin önündeki havuç gibi düşünün. Hep varmaya çalışıp hiç varılamadan ömür geçer gider.

Oysa yapılması gereken basit;

Bir, mutlu olmak geleceğe dair bir hedef değil, yaşanan anla ilgilidir.

İki, mutluluğun kaynağı başkası değil, kendimizizdir.

Üç, alarak ve talepte bulunarak değil, vermekle ilgilidir.

Dört, sahip olmakla ilgili değil, sadeleşmekle ilgilidir.

Beş, nerede, ne yediğine değil, kiminle yediğine odaklanmakla ilgilidir.

Altı, abartılı aşk sözleriyle değil, söz gerekmeyen tavırlarla ilgilidir.

Yedi, büyük başarılarla değil, küçük adımlarla ilgilidir.

Sekiz, önünüzden geçen seçenekleri değil, elinizde olan gerçekleri fark etmekle ilgilidir.

 Sözün özü mutluluk, insanın dışıyla değil içiyle ilgilidir.

KATAR’DA DÜNYA KUPASI YAPMAK

12 yıl önce FIFA, 2022 Dünya Kupası’nın Katar’da yapılmasına karar veriyor, biz de aday ülkeler arasındaydık.

Parayı basan organizasyonu kapıyor, Katar da öyle yaptı.

Dillere destan statları var mıydı? Yoktu.

Futbolda başarısı var mıydı? Yoktu.

Futbol kültürleri var mıydı? Yoktu.

Futbol taraftarlarıyla mı ünlüydüler? Değillerdi.

“Ev sahibi Katar olacak” dendiği günden sonra statlar yapıldı. Katar ve futbol ilişkisi varmış gibi kitaplar yazdırıldı.

Katar ve futbol ilişkisi kuruldu.

Ve fakat 12 yıl önce yapılmayan tartışma bugün yapılıyor. Dünya o zamanki dünya değil. 

FIFA'nın kirli ilişkileri ortalara saçılmaya başlandı.

Ülkelerin ligleri devam ederken, okullar açıkken Katar’da Dünya Kupası maçları oynanması saçmalık ötesiydi.

Spor üst örgütleri ve ülke örgütleri kadar kirli bir başka yapı yoktur, net.

 AKLIMDA KALAN

Hıncal Uluç’un ölümü: Herkes Hıncal Uluç hakkında farklı düşünür. Ölüm haberini alınca aklımdan şu üç cümle geçti: “Aynı gazetede birlikte çalışmıştık, Erol Aksoy’a Cine 5’te bana program yaptırmasını önermişti, hakkı var bende.”, “Galatasaray en büyük taraftarını kaybetti yazık oldu.” Ve “Bugüne kadar yazılmış en güzel yalnızlık yazısını yazan adamdı.” Bu üç cümle için de yazacak çok şeyim var ama o “Kapıyı Anahtarla Açmak” yazısı yok mu, üstüne yazılmış bir yazı tanımam. Babıali’de bir dönem kapanmadı, dev bir kapı kapanmış oldu.

Diğer Yazıları