ANKARA-ŞAM: KADER BİRLİĞİ, ÇÖZÜM İÇİN ORTAK NOKTALAR, KARŞITLIKLAR – 2

Ceyhun Bozkurt

Ceyhun Bozkurt

oceyhunb@gmail.com

CEYHUN BOZKURT

Türkiye ile Suriye arasında olası siyasi diyalog sürecinin tartışması sürüyor. Diyalog gerçekleşecek mi? Gerçekleşecekse seçimden önce mi sonra mı gerçekleşecek? Şam yönetimi/Beşar Esad bu diyaloğa soğuk mu sıcak mı yaklaşıyor? Terörle mücadeleye faydası olur mu? Ve çok sayıda soru, bu başlık altında tartışılıyor. Bende geçen yazımda ABD ve müttefiklerinin, 1990’lardan itibaren bölgemize, özelinde de Suriye’ye yaptığı operasyonun bazı başlıklarını ve özet bilgilerini hatırlattım. Çünkü bölgemizle ilgili projede, biz de hedeftik Suriye de…

Kimin hedefiydik? Elbette ki ABD’nin.

Haklı olarak “Biz ABD’nin NATO’da müttefiki değil miyiz?” sorusu yöneltilebilir. Ancak ABD’nin, özellikle 1990’lardan sonraki hedefleri, planlamaları, stratejisi, taktikleri, siyaseti vs. incelendiğinde pek de öyle müttefik gibi görünmediğimizi hepimiz biliyoruz. Bölgemizdeki 4 devlet de Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındı parçalanacaktı (Çok sayıda Ortadoğu ve Asya ülkesi de). Projenin Türkiye ayağını bertaraf ettik. Terör belasını püskürttük ve şimdi sınırımızın öte yanında da bitirme mücadelesi veriyoruz. Ancak Irak ve Suriye fiilen bölünmüşlüğü yaşıyor. Yani bu proje bu iki ülkede belli mevziler kazandı. Irak’ta, ABD’nin meşhur diplomatı Brett McGurk’un de katkı yaptığı işgal Anayasası, merkezi bir devlet olan ülkeyi federatif bir hale getirdi. Şimdi ülkede en küçük siyasi koltuğa kimin oturacağı belirlenirken “o etnik gruptan mı seçilecek, bu mezhepten mi” sorusuna yanıt aranarak koltuğun sahibi belirleniyor.

Peki bu projeyi neye göre hazırladı? Bu soruyu biraz detaylı aktarmakta fayda var.

Soğuk Savaş sona erdiğinde tek Süper Güç olarak kalan ABD’nin varlığı, adeta dünya hakimiyetine bağlıydı. Henry Kissinger’e göre “ABD süper güç olmaya mahkumdur. Yoksa yok olur, 21. yüzyılı kaybeder”. Bunun nedeni de ABD’nin tamamen bir çıkar birlikteliği üzerine temelini oturtması. Millet olma vasfı yok. Bunu 2000 yılında yazdığı bir makalede, Prof. Paul Bracken şu şekilde anlatıyor: “Bir ülkenin halkının topyekûn olarak büyük bir ekonomiye, büyük bir askeri güce, büyük bir refah devletine ulaşmak için azim, irade ve ölümü göze alacak bir milli ruhunun olması gerekir.”

Bu ABD’de yoktu. Bu nedenle son derece agresif bir politikayla, dünya ülkelerini sıkıştırmaya başladı. Küreselleşme adı altında;

- Hedef devletleri baskılamak için stratejik konumlamalar gerçekleştirdi.

- Petrol ve doğalgaz bölgelerini gerek işgal gerekse de baskı yoluyla kontrol etmeye çalıştı.

- Avrupalı müttefikleriyle beraber işgaller gerçekleştirdi.

Özetle dünyanın merkezi sayılabilecek Avrasya coğrafyasını kontrol etmeye çalıştı. Elbette bunu da askeri gücüyle yapmak istedi. ABD ordusu, zaten 1990’lardan itibaren Amerikan ekonomik çıkarlarına göre hareket ediyordu. Kara ve deniz hakimiyetini oluşturma stratejisini de buna göre belirlemişti. Örneğin Amerikan donanması, dünya denizlerinin tamamında yer alarak, dünya deniz ticaretini ABD çıkarlarına göre yönlendirmek, baskı altına almak için görev yaptı. Irak’ın işgali de bu nedenle oldu, Afganistan’ın işgali de…

1990’larla beraber bir bölge daha Amerikan hedefinde öne çıkmaya başladı. Doğu Akdeniz. Gerek Avrasya coğrafyasındaki stratejik önemi, gerek deniz ticaretindeki yoğunluğu, gerekse de hedef ülkelere komşu olması nedeniyle hemen güneyimizdeki bu bölge bir mücadele alanına dönüştü. Türkiye’ye Seville haritasının dayatılması ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yok edilme planları yapılmasının nedeni buydu.

Arap Baharı adı verilen ama coğrafyamıza terör, kaos, bölünme ve kan getiren süreç de bu planlamanın bir parçası. Eski Sovyet cumhuriyetlerindeki sokak hareketliliğini, kendi istihbarat aparatları üzerinden Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde de çıkardılar. Böylece işgal gibi maliyetli hareketlilik yerine, ülkelerin içinde kaos oluşturarak hedefe ulaşmayı tercih ettiler. Olayların zamanlamasının, İsrail’in Doğu Akdeniz’de doğalgaz bulması sonrasında olması dikkat çekiciydi.

Uzun zamandır yapılan arama çalışmaları sonucunda önce 2009 yılında İsrail’in Hayfa kentinin 50 mil uzağında bulunan Tamar sahasında, ardından da 2010 yılında Leviathan sahasında doğalgaz rezervleri tespit edildi. Tamar sahasındakinin yaklaşık 300 milyar metre küp ve Leviathan sahasında da yaklaşık 600 milyar metre küp olduğu belirlendi. Hatta bazı kaynaklar bu rezervin Tamar’da 9 trilyon, Leviathan’da 18 trilyon metreküp olduğunu iddia etmişti. (Bkz. https://www.tabletmag.com/scroll/135955/israel-approves-natural-gas-export )

O dönem, bulunan rezervlerin İsrail’in yüz yıllık doğalgaz ihtiyacını karşılayabileceği değerlendirmeleri yapılmıştı. Hatta o dönem bu iki saha üzerinden İsrail ile Lübnan arasında gerilim yaşanmıştı. İşte Akdeniz’e kıyısı bulunan Arap ülkelerinin hedefe oturtulması ve kaos, bu keşiflerden sonra gündeme geldi. İsrail oyun planını hazırlarken, planın uygulayıcısı İsrail’in en büyük müttefiki ABD’ydi. İsrail’in Leviathan sahasında doğalgazı bulmasından tam 5 ay sonra 18 Aralık 2010 tarihinde Arap Baharı’nın fitili Tunus’ta ateşlendi. Sonrasında Doğu Akdeniz’e sınırı olan veya bu bölgeye çıkışı olan ülkeler tek tek karıştı. Tunus’ta başlayan ve daha sonra Mısır, Libya, Bahreyn, Cezayir, Ürdün, Yemen, Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas’ta irili ufaklı ayaklanmalar gerçekleşti. Benzer olaylar Suriye’de de başladı.

15 Mart 2011 tarihinde başlayan olaylar adım adım iç savaşa doğru evrildi. Gerek yabancı istihbarat servislerinin çabaları gerekse de Suriye güvenlik güçlerinin protestoculara yönelik çok sert müdahaleleri ve çok sayıda protestocunun ölmesi, olayları bu boyuta taşıdı diyebiliriz. Bu durum Türkiye’de farklı tepkilere neden oldu. Bu tepkilerden bazılarını;

- Suriye yönetimi bir mezhepçi yaklaşımla, (ki Beşar Esad’ın Arap Aleviliği olarak bilinen Nusayri mezhebinden olması kastedilerek-CB) halka baskı kurdu.

- Suriye’nin içişlerine karışmayalım.

- Suriye terörle mücadele veriyor, bu mücadeleyi destekleyelim,

şeklinde sıralayabiliriz.

Arap Baharı sürecinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Bakanlar Kurulu’nun politikası, destekleyen yayın organları ve açıklamalar izlendiğinde ilk maddeydi. Bu çerçevede geçmişten gelen bağlarla beraber hükümet, Suriye’deki Müslüman Kardeşler merkezli silahlı muhalefeti desteklemeye başladı. Böylece Ankara ile Şam arasında ipler tamamen koptu. Ankara uzun bir süre Suriye’de rejim/yönetim değişikliği politikası izledi. Bu nedenle Hükümet çok sert eleştirildi. Özellikle diplomasinin de kopması, Suriye’de Türkiye’yi ciddi bir taraf yaptı.

Şam’ın silahlı muhalefete sert müdahaleleri de gerilimi tırmandırdı.

Burada üçüncü maddeye göre analiz yapacak olursak, Suriye’nin silahlı gruplara müdahalelerinde çok sayıda sivilin de hayatını kaybettiğini görüyoruz. Türkiye’nin terörle mücadelesini karşılaştırdığımızda sivil kayıpların olmaması, iki ülke arasındaki yaklaşım farkını göstermekte. Ayrıca muhalefeti de baskılaması, şiddetle direncini kırmaya çalışması, (ki bu muhalefetin içinde Suriye Türkleri de yer alıyor) Ankara ile Şam arasındaki fay hattını derinleştirdi.

Ancak ortada bir sıkıntı da vardı. Suriye’deki olayların iç savaşa dönüşmesi, iktidar ile muhalefetin tüm silahlı güçleriyle birbirine saldırması, kurtarılmış bölgeler oluşturması, ülkenin fiilen bölünmesi, ülkenin birçok yerinde kamu düzeninin kaybolması, kurulu bulunan veya kurulacak terör örgütlerine ciddi bir alan açılmasına neden oldu.

Burada bir parantez açalım. “Kurulacak olan” diyorum, çünkü ABD’nin Irak işgali sırasında cihatçı/selefi olarak bilinen bazı terör örgütleri kurduğunu biliyoruz. En çarpıcı örneği, Donald Rumsfel döneminde Pentagon içinde oluşturulan Proaktif Önleyici Operasyonlar Grubu (Proactive Preemptive Operations Group-P20G) isimli yapılanmaydı. O tarihte 100 kişiden oluşan ve 100milyon dolarlık bir bütçeye sahip olan bu grubun görevi, El-Kaide saldırılarını taklit ederek saldırılar gerçekleştirmekti. 11 Eylül saldırılarının bir kurmaca olduğuna inanan Amerikalı yazar ve komplo teorisyeni Webster Griffin Tarpley, P20G ile ilgili şunları yazmıştı: “Eğer hedef teröristleri taklit etmekse, hiçbir şey P20G’yi mevcut terör gruplarının içine sızmaktan ya da kendi terör gruplarını oluşturmaktan alıkoyamaz.” (Webster Griffin Tarpley,, “9/11 Synthetic Terror: Made in USA”, Progressive Press, Joshua Tree/California, 2005, s. 107)

Parantezi bağlantılı bir şekilde kapatalım. ABD başta PKK/PYD olmak üzere çok sayıda terör örgütünü destekledi. 2012 yılının Temmuz ayında bu örgüt hareketlendi ve iç savaşı fırsat bilerek alan kazanmaya başladı. Öbür yandan da DEAŞ/IŞİD gibi sonradan kurulan örgütler üzerinden PKK/PYD terör örgütüne alan açıldı. Bölücü örgüt nereyi hedeflediyse önce oraya DEAŞ/IŞİD terör örgütü sokuldu, katliamlar yapıldı, ardından terör örgütü PKK/PYD bölgeye girerek Suriye topraklarını işgale devam etti. Muhalifler ile Esad yönetimi çatışırken, kazanan Suriye’yi parçalayacak yapılar ve arkasındaki güçler oldu.

2015’lere gelindiğinde ülke adeta Yönetim-Muhalifler ve terör örgütleri tarafından paylaşılmış gibiydi.

 

Şunu  da aktarmakta fayda var. Türkiye 2015-16 yılına kadar Suriye politikasını Washington ile uyumlu sürdürmeye çalıştı. Bunda dış politikayı yürüten kadronun ağırlıklı olarak Abdullah Gül-Ahmet Davutoğlu ekolü ve bu ikiliyle ittifak halinde olan liberallerin olmasının etkisi çok büyüktü. AK Parti içindeki bu düşüncedeki kadronun tasfiyesi, ardından hendek-barikat terörü ve 15 Temmuz saldırısı neticesinde Türkiye, her alanda olduğu gibi Suriye konusunda da ciddi bir paradigma değişimi yaşadı. Esad’ın devrilmesi/rejim değişikliği politikasından vazgeçilip esas olarak Türkiye’yi tehdit eden terörle mücadele politikası öne çıkarıldı. 15 Temmuz işgal girişiminin püskürtülmesinden yaklaşık 40 gün sonra başlayan Fırat Kalkanı Harekatı DEAŞ/IŞİD hedeflerine yönelikti. Ancak bu terör örgütüyle Suriye’de bulunma gerekçesi oluşturan ABD kuvvetleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin DEAŞ mücadelesini engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Hatta ABD hava kuvvetleri harekat güzergahımızı bile bombaladı. Ancak 72 kahramanımızı şehit verdiğimiz harekat başarılı bir şekilde tamamlandı. Böylece ABD’nin Basra’dan Doğu Akdeniz’e uzatmaya çalıştığı koridor planı ilk darbeyi yedi. Sonraki harekatlar da koridor planını paramparça etti. (Bkz. 2018 ve 2021 yılına ait iki harita, PKK/PYD terör örgütüne açılmaya çalışılan koridorun önünün nasıl kesildiğini gösteriyor)

 

Rusya ile gelişen iletişim, İran’ı da alarak kurulan Astana masası, Suriye’de ciddi bir değişimi de sağladı. Uzunca bir süre Suriye’de mevzi kaybeden Şam yönetimi, kaybettiği toprakların bazılarından yeniden kontrolü sağlamaya başladı. Tabii bu konuda Rusya’nın Şam yönetiminin yanında sürece müdahil olmasının etkisini yadsıyamayız. Ek olarak silahlı muhaliflerin de Astana sürecinde alınan kararlara riayet etmesi de önemliydi.

Ancak sorun bir anda çözülemezdi. Bu konulardaki çalışmalarıyla bilinen Serhat Erkmen’in vurguladığı gibi iç savaşlar çok hızlı başlayıp, bir anda yayılabilir. Ancak bir iç savaşı sona erdirmek ve hatta sonrası için kalıcı çözüm bulabilmek çok uzun sürer. (Serhat Erkmen, “Ankara-Şam uzlaşması yakın mı? Mümkün mü?”, Fikir Turu, 15 Ağustos 2022 – bkz. https://fikirturu.com/jeo-strateji/ankara-sam-uzlasmasi-yakin-mi-mumkun-mu/ )

İşte tıkanıklık da burada başlıyor. Bir taraftan terör örgütünün varlığı Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehdit etmeye devam ediyor. Bunun için Suriye’nin iktidarıyla muhalefetiyle bütün kuvvetlerinin mücadeleye katılması lazım. Cenevre ve Astana süreçlerinde masaya oturmalarına rağmen Şam muhaliflerle uzlaşıya kapıları kapatıyor. Kapılar kapanınca da siyasi çözüm önündeki tıkanıklık açılamıyor.

ABD ise, zamana yayarak işgal ettirdiği alanları koruma peşinde. Özellikle Rakka ve Deyrizor hattını. Washington’un kabus görmesine neden olan senaryo şu: Eğer Ankara ile Şam anlaşırsa, sadece belli bölgeler değil, bu iki bölgeye uzanan bütün PYD terör örgütü yuvalanmaları imha edilecek. Örgüt imha olunca da bütün projektörler ABD’nin Suriye’deki varlığına çevrilecek. İkinci bir Afganistan kaçışı diyebiliriz buna. Teröristler yalvarır bir dille ABD’nin kendilerine açık destek vermesini istiyor. Türkiye’yi tamamen kaybetmek istemeyen ABD ise kendi politikalarına uyumlu bir denge kurarak Türkiye’nin hızını kesmek, örgütü de desteklemek istiyor. Başarılı olabilir mi? Artık zor gibi gözüküyor. Çünkü tarih geriye akmaz. Önde gelen Amerikalı uzmanlar bile çekilme vaktinin yaklaştığını yazmışlardı. (Bkz. https://www.superhaber.com/abd-suriyeden-cekiliyor-mu-makale-420890 )

Bunu hızlandırmak ise Ankara ve Şam’ın elinde.

Bir sonraki son makalemizde de iki ülkenin siyasi diyaloğunun önündeki engelleri, farklı talepleri ve ortak noktaları irdeleyelim.

 

Diğer Yazıları