TAYMİNG…

Nuran Yıldız nuran@nuranyildiz.com

Sunum dilinde “zamanlama”yı unutup, “tayming” diye devam edenler çok. Ben de deneyeyim, kendi dilimde anlatamıyorsam başka dilden geleyim dedim.

“Tayming/ Zamanlama” iletişim yönetiminde çok önemlidir.

Aslında zamanlama, her konunun çözümünde büyük etken.

Yemek yaparsın, suyunu zamanında koymadın mı, bir şeye benzemez, cıvıklaşır.

Tuz atmanın bile zamanı var, yoğurt çorbasında öğrendim.

Eskiler demiri tavında döverdi. Tavı geçerse ya şekil verilmez ya da kırılırdı.

İlişkilerde de böyle. Doğru insanla karşılaşırsın, rüyaların gerçek olur ve fakat zamanlama yanlış olduğundan rüyalar katlanıp dolaba konur yeniden.

Spor da öyle. Topa vurmanın zamanlaması skoru belirler.

Her şeyi planlarsın, zamanlayamazsan başarı uzak ülkedir.

Keza, siyasette yaşamsaldır.

Büyük liderlere bakın, zamanlamada ustadırlar.

Örnek Mustafa Kemal diyor, kenara koyuyorum.

Günümüzde yaşam çok ama çok hızlı aktığından zamanlama ayrı bir önem taşıyor.

Coşkun nehirde, önüne çıkan kaya parçasına tutundun tutundun, yoksa akıntı seni götürüyor.

Bu hafta iki lider, iki zamanlama hatası yaptı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ana muhalefet partisi genel başkanı Kılıçdaroğlu.

Konu, 6 yaşındaki çocuğun cemaat vakfı tarafından istismarı olayıydı.

Haber ilk, 3 Aralık 2022’de Timur Soykan tarafından Birgün’de yazıldı. Sosyal medyadaki tepkiler sınırlı kaldı.

6 Aralık’ta Halk Tv’de, fotoğrafların yayınlanmasıyla olay büyüdü. İktidar ve muhalefet medyası haberi görmeye başladı.

6-9 Aralık arasındaki süreçte sosyal medyada tepkiler büyüdü, konu kamuoyunun gündemine oturdu.

İnfiale neden olan olayda dikkatler, kimin, nasıl tepki koyacağına çevrildi.

Haberin yazılmasından 5 gün sonra AK Parti sözcüsü ve CHP Genel Başkanı olayı kınayan açıklamalar yaptılar.

Ve fakat, iş işten geçtikten sonra Kılıçdaroğlu’nun Adalet Bakanlığı’na yürümesinin çok gecikmiş bir tepki olması da, Cumhurbaşkanının “Olay tam bir facia, kabul edilemez” açıklaması da günler sonra, 12 Aralık’ta gerçekleşti.

Yer yerinden oynadıktan günler sonra! Olayın sıcağı soğuyunca.

Levent Kırca’nın meşhur alt çizmesiyle, “Tam yerine rast geldi, manzara koyduk” bile denilemezdi artık.

KİMSEDE SES YOK

Netflix’in “Sıcak Kafa” dizisi çok konuşulmaya başlayınca ilgilendim.

Üzerine yazılanların neredeyse tamamı diziyi göklere çıkarıyor, konuyu övüyordu.

Önemli oyuncuları vardı, mesela Haluk Bilginer.

2016’da yazılan aynı adlı kitaptan dizileştirilmiş. Konu dil, uygarlık, salgın üçlemesi etrafında dönüyor.

Konuşma yoluyla bulaşan bir salgını anlatıyor. Düzen eleştirisi şahane.

Zaten övgüler de buradan yükseliyor.

Ve fakat “Sıcak Kafa”ya yakından baktıkça bana bir tanıdık geldi ki sormayın.

Bunu bir yerde izledim diyorum ama hatırlamıyorum. Delireceğim.

İzlediğim her filmi aklımda tutmam ama işim iletişim, konu da zehirli sözcükler olunca yazmışım kafama.

Sonunda buldum!

Kanada yapımı, 2008 tarihli, “Öldüren Kelimeler/ Pontypool” filmiydi!

Konuşma yoluyla bulaşan bir salgın vardı ve bazı sözcükler insanların delirmesine neden oluyordu. Hiç unutulacak konu mu??

Film de bir kitaptan uyarlama.

Şimdi. Mesele şu. Ortada bir çalıntı kitap ve ona dayandırılan bir dizi mi var yoksa aşırı dozda esinlenme mi?

Araştırmacı gazetecilerin kucağına konuyu bırakıyorum ki, izledikleri üzerinden değil de gerçekler üzerinden bize anlatsınlar.

İMRENDİĞİM YAZARLAR LİSTESİ

Bir: Murathan Mungan.

Yazar dediğin bu kadar mı naif ve üretken olur?! Her yeni eserinde hayranlığım artıyor.

İki: Murat Menteş.

Hem hayatı tiye alan, hem güzel yazan bir yazar ve de ürettikçe üretiyor, hastasıyım.

Üç: İskender Pala.

Bir insan nasıl durmadan ama durmadan yazar ve yaşar, aklım almıyor. Her yeni kitabında kendi yazı serüvenimi sorguluyorum.

Dört: Ahmet Ümit.

Hem entrika yazıp hem de hepsini ilgi çekici kılmak ve bu kadar üretken olmak. Olacak şey değil.

Beş: Zülfü Livaneli.

Daha bir kitabını bitiremeden diğerinin baskıya girmesi nasıl iş? Kesin kendisinden üretkenlik dersi almam gerek, belki verir.

Altı: Hakan Günday.

Her kitabı olay, her kitabı aktıkça akıyor. Yeni çıkanlarda kitabını görmeyince başına bir iş geldi sanıp telaşlanıyorum, o nasıl üretme hummasıysa…

Yedi: İclal Aydın.

Pek tarzım olmasa da durmadan yazmasına hayranım. “Memur gibiyim, sabah yazmaya oturuyorum, akşam kalkıyorum” diyor bir de. Ben de alayım bu disiplinden, lütfen.

BİR CİNAYET MAHALLİ OLARAK TURAN GÜNEŞ BULVARI

Turan Güneş Bulvarı nüfus yoğun semtler arasından geçiyor. İki tarafı da yoğun hareketlilikte.

Dolayısıyla karşıdan karşıya geçişler çok fazla.

Üstelik yokuşlu. Aşağıya inen araçlar frene basmıyor, yukarı çıkan araçlar gazı kesmiyor.

İki tane yaya geçidi var, onlar daha tehlikeli. Yayalar yaya geçidine güvense, sürücüler yaya geçitlerini umursamıyor.

Bebek arabalı bir kadın dakikalarca bekledi, karşıya geçemedi, gördüm.

Yaşlılar için zaten olanaksız.

Trafik kazasız gün geçmiyor, çoğu da ölümlü ne yazık ki.

Ve fakat o kadar sahipsiz ve terk edilmiş bir bulvar ki, ne valilik ne de büyükşehir konuyla ilgileniyor.

Bir körlük, bir umursamazlık hali.

Ne bir trafik lambası, ne birçok yüksek kasis, ne de görünür şekilde yaya geçidi uyarıları var. Denetim zaten sıfır!

Yaşam Ankara’nın bu kısmında fazlasıyla ucuz. Lütfen dikkat.

SAHİPSİZ KALMIŞ BİR MARKA: SHOP&MILES

Korona nedeniyle uzun zaman uçamayınca uçuş mili gibi konuları unutuyor insan.

Ve fakat, THY işini iyi yaptığından e-posta kutuma “Süresi dolacak milleriniz” mesajı gönderiyor.

Mesaj birkaç kez gelince Shop&miles sayfasına girip bakayım dedim. Sayfada sadece hamburgerler, İKEA ve hediye mil çeki var, başka bir şey yok.

Ben şaşkın, zira, orada her türden ürün olur, miline göre sepete koyardın.

Sayfada çağrı merkezi numaralarını aradım, yok.

Google bilirkişisine sordum, 4449877 numarasını verdi, aradım, kullanılmıyormuş.

Başka bir numara daha verdi, 02165386500. Aradım, “biz artık onlarla çalışmıyoruz, yeni numaraları nedir, onunla da ilgilenmiyoruz” dediler.

Boş zaman ya, bu kez THY çağrı merkezini aradım, görevli Muhammed’e durumu anlattım.

“Sizi ilgili arkadaşa aktarayım” dedi, ilgili arkadaş Şilan’a bağladı.

Şilan da, “Siz yanlış gelmişsiniz, biz ilgili değiliz, siz en iyisi 4446239 ‘u arayın” dedi.

Delirdim, “Arkadaşlar sorum çok basit, sayfada neden seçenekleri göremiyorum? Sürekli başka bir numara veriyorsunuz! Emin misiniz, bu kez, bu numara bana cevap verir mi?”

“Evet” dedi, Şilan, “Bu Shop&miles’ın numarası.”

O numarayı aradım, hat sürekli hata vermesin mi!

Ben ve basit sorum, koskoca bir markanın koskoca iletişimsizlik karanlığında kaybolduk.

Pes ettim.

YENİ YILI NASIL KUTLASAK?

Trilyoner değilseniz, ki değilsinizdir (zira trilyoner beni neden okusun), yeni yılı abartılı eğlencelerle kutlayamazsınız.

Yeni yılı abartılı kutlayanları da hiç anlamam. Yapılacak onca iş varken, bir yılın daha bitmesi bana acıklı gelir.

Siz de bendenseniz, birkaç küçük önerim olacak;

Yeni yıl ağacı konusu.

Benimki gibi eski bir ağacınız yoksa ya da yeni ağaca ödenecek paranız bulunmuyorsa, önünüzde üç seçenek var:

Ya genelde birlikte kutladığınız diğer aile ya da arkadaşla ortak yeni yıl ağacına gireceksiniz.

Ya kendi ağacınızı yapacaksınız. Kuru dalları birbirine bağlayarak duvara asabilirsiniz. Yapan çok.

Ya da saksıda çam ağacı yetiştirin. Devetabanı yetiştirmekten yararlı olur, ağaç sorunundan tamamen kurtulursunuz.

Yemek konusuna gelince.

Açık söyleyeyim, her yılbaşı masadaki yemeklerin çoğu kalıyor. Bu ekonomik krizde abartmaya gerek yok.

Yemekte olacak kişilerden birer tane sevdikleri yemeği sorun, çoğu benzer şeyler söyler zaten.

Bizde hep atom, barbunya pilaki ve haydari istenir.

Hediye konusu ise.

Pahada hafif, anlamda ağır hediyeler olsun bu kez. Herkes aynı ekonomi içinde olduğundan anlayış tavandır zaten.

İşe televizyonlardaki pırlanta reklamlarını kapatarak başlayın. Sevginize bir değer biçecekseniz, o pırlantanın yeteceği bir şey değildir.

Hediyelerde ortak anılara yüklenin. Özel şarkılarla dolu bir USB, özel bir anın sabitlendiği fotoğraflı çerçeve.

Eski usul yazılmış, saklanası bir mektup vs.

Aslında kutlanacak şey, bir masanın etrafında toplanabilmiş olma halidir. Unutmamak lazım.

AKLIMDA KALAN

Gerçeğin ölümü: Başrolünde Al Pacino’nun oynadığı “Simone” filminde yapay zekâ şöyle der: “Ben gerçeğin ölümüyüm.” Ne kadar çarpıcı bir ifade. Film baştan sona çarpıcı zaten. Yapay zekâ konuşmalarının arttığı günlerde bir kez daha izlenesi. Dijitalleşen her şeyin gerçeği öldürdüğünü anlatıyor. Bilgi eksiktir ama doğrudur. Geçen hafta dünya kupasını internet üzerinden izlemek zorunda kalan Vietnamlılar maç izlediklerini sanırken FİFA 23 oyununun simülasyonunu izlemişler! Neyse ki bu, zararsız bir spor karşılaşması. Gerçekmiş gibi üretilen savaş oyunları ise çok tehlikeli. Gerçekle kurgunun birbirinin yerine geçmesi hem şiddet olaylarını artırıyor hem de suç yaşını aşağıya çekiyor. Sanki iyi günler geride kaldı…

Tüm yazılarını göster