SEÇİM KAZANMAK ÇOK ZOR BİR İŞ DEĞİL

Nuran Yıldız nuran@nuranyildiz.com

Seçime doğru giderken.

İktidar, üst üste seçmene hoş görünecek kararlar alıyor.

Muhalefet, iktidarı eleştiri vitesini yükseltiyor.

Uluslararası güçler, senaryolarını arka arkaya devreye sokuyorlar.

Üslup sertleşiyor.

Medyada saflaşmalar gazeteciliği yedi kat yerin dibine gömüyor.

Ne için? Mayıs’taki seçimlerin kazananı olmak için.

Halbuki kriz ortamında seçim kazanmak çok da zor iş değildir.

Bunun için basit bilgiye ihtiyaç var, geçenlerde Fransa Cumhurbaşkanı sevimsiz Macron açıkladı, gözlerden kaçtı.

Gerçekler hep gözden kaçan kısımda bulunur. Özetle söylediği şuydu:

“Avrupa’nın yaşadığı kriz, “soğuk savaş” ve Berlin duvarının yıkılışından sonraki dönemi tam olarak sindirememiş olmamızdan kaynaklanıyor.”

Devam etti, “Onlarca yıl Sovyet boyunduruğu altında yaşamış ülkelerin deneyimini dinlemeyi öğrenmemiz gerekiyordu.”

Aslında durum basit. İnsanları ikna etmenin bazı gerekleri vardır, o gerekleri yerine getirmeyenler, Macron gibi kaçan trene arkadan bakıp hayıflanır.

O basit gerekleri sıralayalım;

Bir, seçmene taşınacak mesajların kaynakları güvenilir isimler olacak. İktidar ve muhalefet adına söz söyleyenlerin (gazeteci/siyasetçi vs.) büyük kısmı, daha bu ilk maddede eleniyor.

İki, seçmeni can kulağıyla dinleme yolları, yöntemleri geliştireceksin. Laf olsun diye değil, gerçekten. “Bu ayak takımı lafını bitirse de ben konuşsam” kibriyle değil.

Üç, büyük projeler vadetmeyeceksin. Küçük ama hayata dokunan çözümler üreteceksin.

Dört, mütevazı olacaksın, mütevazıyı oynamayacaksın. Yaşam biçiminle, evinle, arabanla öyle olacaksın.

Beş, kaybettiği insani ilgileri sende bulacağına inandıracaksın. Sana bakınca “Bu beni anlamaz” demeyecek, “Evde tuz kalmazsa kapısını çalabilirim”, “Başıma iş gelirse yanımda olur” diyecek.

Altı, içten olacaksın, o kadar içten olacaksın ki, hata yapsan bile diyecekler ki “İnsandır yapabilir.”

Sadece bunları yapabilen, bunların yarısını yapabilen seçimi kazanabilir.

“Uzmanımsı”ların durumu karmaşıklaştırarak kendilerini önemli kılmalarından bir kurtulun.

Seçmeni yüzdelik dilimler, yığın rakamlar olarak tanımlamayı bırakıp, yeni dünyanın yeni insanının somut nitelikleri var, onları bilin yeter.

SORULMASI GEREKMEZ Mİ?

Bir, her seçim yaklaştığında ABD ve İngiltere başta olmak üzere o ülkelerin siyasetçileri ve yazarları Türkiye üzerine ahkâm kesmeye başlıyorlar.

İfade özgürlüğü açısından hiç sakıncası yok, sadece başka bir ülkenin seçimlerini manüple etmek için bu işi yapanların, kuruluşu itibariyle emperyalizme karşı mücadele kodlarına sahip Türkiye hakkında hiçbir fikirlerinin olmaması komik değil mi?

İki, Anadolu turuna çıkan Ekrem İmamoğlu’na hiç ama hiç kimse, “Hedefin her ne ise onun yolu özünde İstanbul için yaptıklarından geçer” demiyor mu?

Üç, ortam kamuoyu araştırma şirketi ve araştırma kaynıyor, denek sayıları 2 binden başlıyor. Öyle olunca da ülkede, denek olmayan kimsenin kalmaması gerek.

Peki neden ben, siz ya da tanıdıklarımızdan biri bile denek olmadı?

Dört, Çaykur’un, 2023 yılında dijitalde vereceği 25 reklamın maliyeti 30 Milyon TL olacakmış. Sorulması gereken şu, reklam sorumluları işten mi anlamıyor, yoksa reklam şirketi tanıdık mı?

Beş, yeni bir salgın geliyormuş. Bu kez virüs beynimizi ele geçirecek, vücuda yerleşip davranışları ele geçirecekmiş. İyi de zaten insanların beyni ele geçirilip bu dedikleri gerçekleşmedi mi?

Altı, kaldırımlara park eden araçların arasından geçmeye alıştık. Kaldırımların restoran ve kafelerinin uzantısı gibi kullanılmasına alıştık. Hatta oturanlar rahatsız olmasın diye, kendimizi riske atıp araç yolundan yürüyoruz.

Şimdi de scooter’lar kaldırımları işgal ediyor. Kaldırım işgal parası ödüyorlar mı sorulmuyor, o soru gelişmiş bir yurttaşlık bilinci gerektirir diyelim iyi de “Kaldırımlar kimin” diye sormak gerekmez mi?

Altı, Show Tv, “Sipahi” dizisi için 8 bölümde final kararı almış.

İzleyiciyi idiot yerine koyan bir senaryon, babasının soyadı olmasa adı sanı duyulmayacak Kerem Alışık, magazin haberlerine konu olmak dışında oyunculuk becerisi olmayan Kaan Yıldırım ve Özge Gürel varken dizinin tutmayacağını ben biliyorum da, kanal yöneticileri nasıl bilmiyor?

“YÜRÜYEN ÖLÜLER”

Geçen dönem tartışmalara katılmayan, fikir paylaşmayan öğrencilere “Yürüyen ölüler gibisiniz” demiştim.

Her dönem, kendi televizyon dizisini yaratıyor. Şimdi “Yürüyen Ölüler/ The Walking Dead” var, bilmem kaçıncı sezonu çekildi.

Bu bir rastlantı olabilir mi?

“Sınıfa girince o dizinin içindeymiş gibi ürperiyorum” demiştim.

Ruh yok, heyecan yok. Ders dışında varsa yoksa cep telefonlarına gömülmüş kafalardan ibaretlerdi.

Öğrencilerden birisi ödevine eklemiş: “Bizi yürüyen ölülere benzettiğiniz an, o kadar çarpıldım ki, asla yürüyen ölü olmayacağım dedim.”

Güzel.

Sorun bu. Kendi dünyasına gömülmüş, vücudundan lime lime parçalar dökülenler kendi gibi olmayanlara saldırıp onları yemeye çalışıyorlar.

Yan yana yürüyorlar ama birbirlerini görmüyorlar.

Duyguları ve düşünceleri yok, istekleri ve eylemleri var.

YOK Kİ BİRBİRLERİNDEN FARKLARI

Ülkemiz medyasını iktidara yakın ve muhalif diye ayırmam.

İyiler ve kötüler, kirliler ve temizler, ahlâklılar ve ahlâksızlar diye de ayırmam.

Birinin diğerinden zerre farkı olduğuna inanmam.

Çıkarlar, ilkesizlikler konusunda aynı havuzdan beslenirler.

Habertürk’te bir muhabirin yaptığı “karne hediyesi olarak et” haberi kurgu çıktı!

Bulunan çözüm, muhabiri işten atmak oldu. Medyada zayıflar kurban, günah keçisi seçilirler.

Etik sorgulaması gelişmiş insanları işe almamaya çalışırlar ki, ahlâksız taleplere itiraz edip sorun çıkarmasınlar.

Geçen hafta da 1500 TL için SADAT reklamı yayınlayan TV100 de haber ve reklam sorumlusunu işten atmıştı.

Daha önce, Akit TV programcısı işten atılınca “Akit’in kirli yüzünü herkes bilmeli” diyerek dosya üzerine dosya açmıştı.

Fox TV’nin kalır yanı var mı? Yok. Daha yeni Fulya Öztürk açıkladı, “Fox ben orada çalışırken yerime Esra Ezmeci ile anlaşmıştı.”

CNN Türk’ten Fox’a geçiş sürecinde kendisine “Kariyerini riske atarak yaptığın en büyük hata” uyarımı söylemeyi unutmuş Fulya. Dediğime geldi.

Bunlar ne ki? İsimlerini koymadım diye diğerlerini temiz sanmayın.

Eskimiş gazetecilik meslek birlikleri, çürümüş gazetecilik, kirlenmiş ilişkiler.

Bir de idealist gençler var, tertemiz. Onların umutlarını da heba ediyorlar ya, o bana koyuyor.

"HER ŞEY HER YERDE AYNI ANDA"

ABD en çok hangi ülkeden korkuyor? Elbette Çin’den.

Bunu kaç kere yazdım, Çin’in askeri gücünden vs. korkmuyor, içten içe ekonomisini işgal edişinden ödü kopuyor.

Dünyayı yönetmeye alıştığı kültürel araçları Çin’e kaptırdığı için deli oluyor.

Trump’ın neden “Ya Tiktok’u bize sat ya da yasaklarım” dediğini sanıyorsunuz?

Çünkü ABD online pazarında Çin yükselişte. ABD tekelindeki sosyal medya ağı Tiktok’a yenildi.

Daha önce 10 kez yazmıştım, ABD filmlerinde ne zamandır Çinlileri kötü adam rolünde görmüyoruz?

Artık Hollywood yapım şirketlerinin yeni sahipleri Çinliler.

Dün açıklanan Oscar adaylıklarında da gördük bunu. “Everything Everywhere All At Once/ Herşey Heryerde Aynı Anda” filmi 11 dalda aday oldu. Görünüşte ABD yapımı ancak sahipleri artık Çinli. Oyuncular Çinli.

Dahası Çinli oyuncular Oscar’a aday. ABD tarihinde ilk.

Eskiden “yabancı film” kategorisinde yarışan Çin şimdi evin yeni sahibi.

Türkiye yıllardır ABD’deki lobi şirketlerine döktüğü paranın yarısına bir yapım şirketi satın alsaydı daha anlamlı olurdu.

Ne var ki bizim Arif Mardin’lerimiz ABD’ye gidince ABD’li olmayı seçti, ülkemize bir dirhem katkıları olmadan öldüler.

UÇSUZ BUCAKSIZ YOLLAR

Adını ilk kez duyduğum popçu Güneş, “Bana müziğimle gidebileceğim uçsuz bucaksız yollar göründü” demiş.

Çok hoşuma gitti. Bu basit gibi duran cümle başarısız insanlarda eksik olan şeyi anlatıyordu; tutkuyu.

Yaptığınız iş ne olursa olsun ister sekreterlik yapın isterse duvar boyayın, ister yemek pişirin isterse öğretmenlik yapın o işi tutkuyla yaptığınızda önünüzde uçsuz bucaksız yollar görünür.

Büyürsünüz, büyütürsünüz. Yormazsınız, yorulmazsınız.

En önemlisi gülümsersiniz keyifle.

Ya işinizi tutkuya ya da tutkunuzu işinize çevirin.

ÖZLEDİM HEM DE ÇOK

Geçen yazıda, az biraz özleyin özlenin yazmıştım. Yaşayamadığımız duygular hayatı kenger sakızı gibi tatsız tuzsuz bir hale çevirir.

Sonra düşündüm, diyelim ki özledik, özlemimizi nasıl ifade ediyoruz acaba?

Benim en sevdiğim mesela, “Burnumda tütüyorsun” dur.

“Baktığım her şeyde ağaçta, yolda, bulutta seni görüyorum.”

“Herkes ne kadar da sana benziyormuş meğer, kimi görsem sen sanıyorum.”

“Maydanoz sen kokar mı yaa, yokluğunda kokuyormuş.”

“Çölde kalmış gibiyim, tamam su yok da kum da yok.”

“Öyle özledim ki seni, kendimi yeni baştan yazdım.”

Eminim sizin de aklınızdan başka cümleler geçmiştir, okurken. Eğer birini yeterince özlemişseniz.

FUTBOL SAHASI NERESİ?

Ülkemde futbol kirli, tartışmalı, kaotik ve niteliksiz.

En son Fenerbahçe Başkanı Ali Koç, Galatasaray Başkanı Dursun Özbek’i televizyonda tartışmaya çağırdı.

Özbek de “Rekabetimizi sahada sürdüreceğiz” yanıtını verdi.

Başkanların atışması ezeli rekabetin olmazsa olmazı, onu anlarım.

Ve fakat yazışmaların içeriğine bakarsanız, “Ayşe pabucu yarım, çık dışarı oynayalım” gayri ciddiliğinde. Hiçbir getirisi, çözümü yok.

Saha içine yoğunlaşmak yerine, ağızlara yoğunlaşmak da bu ülkenin kısmetsizliği.

AKLIMDA KALAN

Haberciliğin bozulması: En son Habertürk’te muhabirin bir çocuğa mikrofonda ne söylemesi gerektiğini söylemesiyle patlayan kanalizasyonlaşmış habercilik, yeni değil. Oda komşum Ahmet Taner Kışlalı bir suikaste kurban gittiğinde Fakültemizde tören düzenlenmişti. Tarih, 23 Ekim 1999. Adı bende saklı, bizden mezun olan muhabir arkadaş, sanırım o sıralarda ATV’deydi, kolumdan tutarak beni cenaze kalabalığının dışına çekmiş, mikrofonu burnuma doğru uzatarak duygularımı sormuştu. Yaşadığım üzüntüyü ve isyanı anlatırken kulağıma eğildi “Biraz ağlasana” dedi, “ağla ki haberlere koyabileyim.” Bu sözü işitince bırakın ağlamayı, donup kalmıştım. Hiç unutmam. “Haber nedir, gerçek nedir?”, “Medya gerçeği nasıl öldürür?”, “Seyircinin haber izlerken, gerçeği izlediğini sanması nasıl acıklı bir hâl almıştır?” soruları masadaki tabaklarda duruyor, yerseniz…

Tüm yazılarını göster