İsrail ve İran’ın füze diplomasisi coğrafyayı nasıl şekillendirecek?
İsrail, 13 Haziran gecesi başlattığı füze saldırısında İran’ın askeri kanadının önemli isimlerinin yanı sıra nükleer programında görev alan önemli kişileri de öldürmeyi başardı. Karşılıklı saldırılarda akıllardaki sorular; füze diplomasisi neleri değiştirebilir, İran ikinci bir Lübnan olur mu ve en önemlisi bu çatışmanın Türkiye’ye etkisi neler olabilir?
Meseleyi iyice anlayabilmemiz adına bölgedeki aktörleri ve çatışmaların kökeni iyi anlamamız gerekiyor. Bu hikâye bizi eskilere, Irak’ın devrik diktatörü Saddam Hüseyin dönemine götürmektedir.
İsrail, füze diplomasinin sınırlarını 90’larda test etti
1991 yılında dünya Irak’a askeri bir müdahaleyi enine boyuna tartışmaktaydı.
Saddam Hüseyin, Bağdat’taki sarayının balkonundan mütemadiyen askeri geçitler düzenliyor ve tüm dünyaya tehditler savuruyordu. Bu tehditlerden Türkiye olarak biz de nasibimizi alsak da Saddam Hüseyin özellikle İsrail’i tehdit ediyordu.
Bu tehditlerdeki anormallik şuydu ki İsrail, ABD’nin ve NATO’nun Irak’a yönelik tüm planlarının dışında duruyor imajı çizmekte, hatta askeri bir operasyonun içerisinde bulunmayacağını alenen kamuoyu ile paylaşıyordu.
18 Ocak 1991 tarihinde sabaha karşı Televizyonlar son dakika olarak sarsıcı bir haber geçti. Saddam dediğini yapmış ve kendisini savaşın dışında konumlandırdığını ifade eden İsrail’e tam 39 balistik füze göndermişti. Bu füzelerin çoğu hedefine ulaşmış ve 13 İsrailli hayatını kaybetmişti.
Bu saldırılarda iki husus önemliydi. Birincisi Saddam Hüseyin muhkem şekilde korunan Dimona şehrini ve başkent Tel Aviv’i hedef almış olmasıydı. Scud füzelerinin başarı göstermesi Saddam’a muazzam bir avantaj sağlıyordu; çünkü balistik füzelere entegre edilebilecek basit ve ucuz kimyasal mühimmatla bölgede büyük etkiler oluşturulabilirdi. İkincisi ilkel bir yöntem olsa da patroitlerle kurulan savunma sistemlerinin çoğunlukla pratikte işlevsiz kalabildiğini göstermişti. Bu da İsrail’in bölgede asıl gücünü teşkil eden milyarlarca dolarlık nükleer gücünün esasen son derece savunmasız olduğunu ortaya koyuyordu.
Saddam, füze diplomasisinin mucidi olarak bu saldırıdan sadece bir hafta sonra asıl hamlesini yaptı ve Suudi Arabistan’’ın Dahran kentinde bulunan ABD üssüne onlarca Scud füzesi gönderdi. Buradaki kubbeler de Saddam’ın füzeleri karşısında yetersiz kalmış 28 ABD askeri yok edilmişti.
İsrail bu saldırıdan ders çıkarmış ve füze diplomasisine göre iki stratejiyi yeniden tanzim etmişti. Birincisi teknoloji transferine yüz milyarlarca dolar harcansa da Ortadoğu’daki en büyük askeri güç istihbarattı. İkincisi savunma gücü olmadan Ortadoğu’da her ülkenin saldırısı püskürtülerdi, yani dünyanın en modernize ordusu da olsa İsrail, Irak gibi 1960’lardan kalma silah teknolojisine sahip bir ülke tarafından yıkılabilirdi.
Bu sebeple İsrail, görünürde teknolojiye büyük yatırımlar yapsa da istihbarata verdiği önem tüm savunma sistemlerine nazaran devede kulak kalıyordu. Son saldırıda İran’ın önemli isimlerini yataklarında ve eliyle koymuş gibi avlaması da bu başarısından ötürü geliyordu. İsrail’in kullandığı yöntemlerse son derece ilkel ve geleneksel metotlara dayanmaktaydı.
Bir istihbarat terörünün anatomisi
İsrail’in Mossad, Aman ve Sabak istihbarat yapılanmalarıyla kurduğu istihbarat ağına göre teknolojik operasyonlarının başarılı olabilmesi adına en önemli faktör “insan” olarak öne çıkmaktadır.
Bunun için üç tip saha elamanı söz konusudur. Lübnan gibi Avrupa ülkelerinin etkili olduğu bölgelerde Avrupalı lejyonlarının devşirilmesi öne çıkar.
Fransız kimliği taşıyan Yusuf el-Dabbadh bunun en mücessem örneği olarak karşımıza çıkar. Beyrut’ta FKÖ’ye yönelik eylemlerde bilhassa Fransız isimler devşirilerek son derece kanlı eylemler gerçekleştirilirken din kisvesiyle Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında derin fay hatları oluşturuldu.
Suriye’de Dürziler üzerinden benzer senaryolar işletildi. Golan’da yaşayan önemli bir Dürzi nüfusa; vatandaşlık ve siyasi imtiyazlar sağlayarak Suriye içinde ciddi bir istihbarat ağı oluşturulmaya çalışıldı. Türk kamuoyunda son günlerde Dürzilere karşı bir önyargı oluşsa da Dürziler bölgede Türklerin eskiden beri önemli müttefiklerinden birisiydi ve İsrail’in onlarca yıllık yatırımına rağmen karşılık alamadığı bir proje olmuştur. Son aylardaki Dürzi siyasetinde Suriye Devlet Başkanı Golani’nin müdahalesi İsrail’in bölgedeki “Füze Diplomasisinin” akim kalmasına yahut gecikmesine neden olmuştur.
Diğer ağlar Türkiye, Filistin, Ürdün gibi stratejik yerlerde konumlandırılmıştır. FETÖ’nün çökertilmesiyle Türkiye hücreleri büyük oranda zarar görmüş olsa da İsrail; 2016 yılından bu yanı en büyük istihbarat yatırımlarını Türkiye üzerine inşa etmeye başladı; çünkü Türkiye İran’ın aksine sahada farklı istihbarat stratejileri geliştirebilecek manevra alanı ve aygıtlarına sahip bir ülke. Bu yüzden İsrail için savunma hattını topraklarının çok ötesinden başlatma anlayışı tehdit altında görülmektedir.
Hangi yöntemler kullanılıyor
İsrail saha elemanlarını devşirirken farklı yöntemler kullanmaktadır. Avrupa kökenli lejyonlara yönelik stratejisi Türkiye, Filistin ve İran gibi ülkelerde cinsel şantaj, para ve siyasi mobinge göre şekillenebilmektedir.
Türkiye’de yakın zamana kadar “Kör Nokta” stratejisi ile kurulan ağ, MİT’in operasyonları sonrası şekil değiştirecekti. Bunun temel nedeni Türk istihbaratının “Yanlış İstihbarat” modeli ile İsrail’in kendi ağını ona karşı kullanması oldu. FETÖ’nün çökmesinden sonra Türkiye’de unsurlar çoğunlukla para ile satın alınmış kişilerdi. Türk istihbaratı bunları tespit ettiğinde yok etmek yerine çeşitli operasyonlarda kullanmaya başladı.
İş öyle bir noktaya vardı ki MİT, Malezya’ya kadar uzanan bir coğrafyada MOSSAD’ın mühendis Filistinlilere yönelik suikastları engelleyebilecek verilere ulaşmayı başardı.
Demir Kubbe'yi çökerten Omar A. (sağda)
2022 yılında Demir Kubbe’yi 36 saat boyunca etkisiz hale getiren Omar A.’yı Malezya’da suikasttan kurtararak Türkiye’ye getirmesi bunun en mücessem örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Üstelik Omar bunu basit bir bilgisayarla gerçekleştirmiş, yüz milyarlarca dolarlık sistemi etkisiz hale getirmişti.
Tüm bunlardan açıkça görülüyor ki İsrail’in saldırısı da savunmasındaki güç de askeri teknolojideki üstünlüğe değil, istihbaratta oluşturduğu hegemonyaya dayanıyor. İstihbarattaki savaşta ise temel faktör insan olması nedeniyle bugün İsrail için en büyük tehdit İran değil, Türkiye’dir.
Türkiye’nin sahip olduğu konum ve tarihi birikimiyle Ürdün’den Suriye’ye Yemen’den Suudi Arabistan’a varıncaya dek İsrail’in onlarca yıldır kurmaya çalıştığı sistemi 10 yıl gibi kısa sürede tehdit edebilecek hatta yok edebilecek güce erişmiştir. Bunun temel sebebi Türkiye’nin zikredilen ülkelerin tümünde resmî kurumların yanı sıra, hatta çoğunlukla kurumlara rağmen, yerel unsurlarla kolayca ittifak kurabilecek tarihsel bağlarının olmasından kaynaklanmaktadır.
Libya bunun son ve en güzel örneklerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Rusya’nın yarım asırlık tahakkümüne rağmen yerel unsurlar o kadar kısa sürede örgütlendirilip Trablus’ta bir güç haline getirildi ki Akdeniz’in önemli bir kısmı Türk gücü haline getirildi.
İsrail, bu son saldırıda asıl mesajı Türkiye’ye vermiş ve Suriye denklemindeki ciddiyetini göstermeye çalışmıştır. Buradaki temel kırılma Dürziler sorununda kilitlenmektedir. İsrail, kara ordusunu Suriye içlerine sokamaz, Gazze’de aldığı yaralar burada bataklığa saplandığını göstermektedir. Bu yüzden “Füze diplomasisini” bölgeyi şekillendirecek başat unsura çevirecek. Bu diplomasinin temel unsuru ise istihbarat ve şu anda; Türkiye çok sık dile getirilmese de İsrail’in en büyük düşmanı olarak öne çıkmaktadır.
Saddam’ın bıraktığı miras bugünlerde coğrafyayı şekillendireceğe benziyor; lakin Tel ‘Aviv, Tahran’ı vururken asıl odak noktasının Ankara olduğunu Netenyahu’nun son açıklamalarında açıkça görülmektedir. İran’ı vuracaklarını Arjantin’de dile getirirken meseleyi Osmanlı’ya getirmesi zihin dünyasını ve asıl niyetlerini ortaya saçmaktadır.
Mehmed Mazlum Çelik