"Cehalet çağı" na hoşgeldiniz

Nuran Yıldız nuran@nuranyildiz.com

İçinde bulunduğumuz çağın tanımları var: “Uzay çağı”, “Çalkantılar çağı” vs.

Benim önerim farklı: “Cehalet çağı”

“Cehalet” tanımının özü şu: Bulunduğumuz konuma göre bilmemiz gerekenleri bilmeme hali.

Müslümanlara göre İslamiyet bilgisinden yoksun dönemin “cahiliye dönemi” olması gibi.

Ulusal kalkınma modeline geçtiğimizde okuma-yazma bilenlerin, bilmeyenleri tanımlamasıdır, cahil.

Bilginin kafamızdan aşağı boca edildiği (dikkat beynimizden demedim) dönemi, “cehalet çağı” olarak tanımlamama gelince.

Nereden başlasam ki…

Sennett’in “Karakter Aşınması” kitabından başlayayım.

Minvali şu: Günümüzde insanlar iş yaşamında sürüklenme halindedir, bu da endişeye neden olur.

Gündelik rutin, insan zihnini çürütür ama yapılan iş tanımlıdır, ne yapılacağı bellidir ancak günümüzde rutin dışılık yaygınlaşmaktadır.

Kitap sert gerçekleri beynimize vuruyor.  “Okunaksız” başlıklı bölümü çarpıcı.

Kaba özetle, insan belirli bir parçaya yoğunlaştığı zaman genelden kopar ve olup biteni okuyamaz hale gelir.

Günümüzde yaşanan tam budur.

“Güldür Güldür Show”da eleştirisi vardı, bir evde çekmecede solcu kepiyle muhafazakâr tarağının yan yana durmasını yorumlayamayan misafir.

Ekonomi eleştirisiyle konuşmaya başlayan ev sahibini tam “muhalif” sanmışken, ev sahibinin cümleyi “ama küresel kriz her ülkeyi vurdu” şeklinde tamamlamasıyla “iktidar yanlısı”na geçen kafa karışıklığı.

Çalışanları aşağılayan, yayın sırasında kovan, işten çıkarma tehditi savuran, “mavi tıklı hesapların en kısa sürede dolarla satılacağını” söyleyen, “denetim konseyi” oluşturan kapitalist despot patron Musk’ın sahip olduğu Twitter’ın “özgürlük”, “eşitlik”, “insan onuru” için mücadele alanı olarak kullanılmasındaki tezat. Okunaksız.

Muhafazakâr kimliği ağır basarak 7’li masaya doğru giden “muhalif masa”da CHP’nin oturmaya devam etmesi.

Okunaksız.

İlkokul terkle sayısız üniversite bitiren aynı şekilde olup biteni okumakta zorlanıyorsa, cehalet kitlesel bir hâl almış demektir.

Sennett’in kitabın sonundaki imasıyla bitirelim: Bu bataktan ancak, sadece kendileri için değil birbirleri için kaygılanan insanların sayısı artarak çıkılabilir. 

OKURLARDAN SORULAR

Soru: “AK Parti’nin ‘Türkiye Yüzyılı’ toplantısına muhalif gazetecilerin katılmasına ne diyorsunuz?”

Yanıtım net. Yanlış sorunun doğru cevabı olmaz. 

İktidar partisi muhalif gazetecileri davet edince, son dönemde iyice tembelleştirilmiş medyamızın ezberi bozuldu.

Barometreler yapıldı, “etik ölçer”ler boy gösterdi, sanki kendileri pek düzgünmüş gibi ahkâm kesenler oldu.

Gidenler “kaka”, gitmeyenler “cici” ilan edildi.

Oysa. Gazeteci davet edildiği her ortama gider, hatta “gazeteci” ve “davet” kavramlarının yan yana durması bile abes.

Haber neredeyse gazeteci oraya gider, içeri alınmazsa da protestosunu yapar. O gazetecilik anlayışından epeyce uzaktayız.

Soru: “Yerli otomobil TOGG konusunda ne düşünüyorum?”

Türkiye’yi üreten ekonomiye geçirecek her fikir desteklenmeli. Otomobil montaj bile olsa, montajda çalışanlar bizim insanlarımız.

Keşke daha çok fabrika açılsa, tarımsal üretim artsa.

Yerli otomobil iyi de, ismini hiç sevmedim. Üreten platformun kısaltmasından daha iyi bir isim bulunabilirdi.

Soru: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın TOGG töreninde Cem Öğretir’e o sırada sahnede olan eşi için ‘Seda senin karın mı?’ demesi hakkında düşünceniz?”

Soru çok insani, sorulabilir. Ancak bu soru bin türlü sorulabilirdi, Türkiye’nin itibarı en yüksek spikeri Seda Öğretir edilgin duruma konmayabilirdi.

“Seda senin eşin mi?” denebilirdi.

“Siz Seda ile evli misiniz?” denebilirdi. 

SİZ SİZ OLUN

Siz siz olun Mahir Ünal’ın durumuna düşmeyin.

Katıldığı bir toplantıda Cumhuriyet devrimleri ve Türkçemiz hakkında ciddiye alınamaz laflar edince kendi partisi başta olmak üzere epeyce eleştirildi.

Sonra da uzun bir açıklamayla sözlerini geri aldı.

İster siyasetçi olun, isterse herhangi biri, siz siz olun Mahir’in durumuna düşmeyin.

Bunun için de;

Bir, kendinizi fazla önemsemeyin, önemserseniz her konuda fikir ileri sürme hakkınız var sanırsınız.

İki, uzmanı olmadığınız bir ortamda konuşmayın, konuşuyorsanız da törensel bir iki ifadeden öte cümle kurmayın.

Üç, hayatı, ağzımızdan çıkan cümlelerle kurduğumuz gerçeğini asla unutmayın.

Dört, ağzınızdan çıkanın, yeni iletişim ortamında çarpan etkisini aklınızda tutun.

Beş, bir görüşe katılmıyorsanız, tartışma yeri medyanın önü değildir.

Altı, artık kimse vazgeçilmez değildir. Konumunu koruyan, ağzını sıkı tutandır.

Yedi, bir kağıda 100 kere şunu yazın: “Çene ishaline tutulmayacağım.”

SÖYLENENDE GİZLENEN

Cezaevinde bulunan Selahattin Demirtaş’ın HDP ile ilişkisi tartışılıyor. 

HDP’nin Demirtaş’tan desteğini çektiği ileri sürülüyor, HDP bu habere itiraz ediyor. 

Ben bir iletişimciyim, durumlardan çok durumların iletişimi bana bir şey söyler.

Eş Genel Başkan Mithat Sancar “Sorun yok, fikir farklılıkları var, ayrılık yok” deyice anladım ki artık Demirtaş ile HDP arasında aşılmaz bir uçurum var. 

Aksi halde açıklama öyle yapılmazdı.

İŞTE BURAYA YAZIYORUM

Cumhuriyetin 100. Yılı, yine eski hamam eski tas kutlamalarla geçiştirilecek.

Nereden biliyorum?

TBMM’nin 100. Yılı da öyle kutlandı, oradan.

Halkı içine katan kutlamalar olmayacak.

Ne bir 100. Yıl marşı, ne de bir şarkısı olacak.

Biz 100. Yılı da 10. Yıl marşıyla kutlayacağız. 85 milyon olduk ama yine “15 milyon genç yarattık her yaştan” diye coşacağız.

En güzel marşlardan olan 50. Yıl Marşımızı bile zor hatırlıyorken;

“Müjdeler var yurdumun toprağına, taşına

Erdi Cumhuriyetim 50 şeref yaşına!”

Resmi törenlerin soğukluğuna bakıp bakıp duracağız.

GÜZEL İŞ

Aksaray Valisi Hamza Aydoğdu, cenaze sonrası verilen cenaze yemeklerini yasakladığını açıkladı.

“Ayıp olur” diyerek kredi çekip yemek verilmesini yanlış bulduğunu söyledi.

Vali Aydoğdu’yu sevdim. Cenaze sahibi acısına mı yansın, milletin karnını doyurmak için mi koştursun?

Görgülü, zarif ve mütevazı olduğumuz günlerde, başsağlığına giderken bir kap yemek götürürdük ki ev sahibi bir de yemekle uğraşmasın diye. 

Bu güzel gelenekten vazgeçip cenaze evine karın doyurmaya gidilir oldu.

Cenaze evlerinin aşevlerine dönmesindeki abzürtlük, dilerim tüm kentlerde yasaklanır.

BEN BİR YILMAZ ERDOĞAN’LA KONUŞAYIM

Yılmaz Erdoğan’ın “Aydınlıkevler” oyunu Ankara’ya, evine geldi. 3.200 kişilik salon iki gün tıklım tıklım doldu.

Büyük merakla gittim çünkü, gerçek bir hayat hikâyesine dayanıyordu ve içinde Ankara geçiyordu.

Oyunu ikiye ayırıp yazacağım: Oyuncular ve metin.

Oyuncular tek kelimeyle şahaneydiler.

Demet Akbağ oyunculuğuna söz söylemek haddim değil, sahnede sadece dursa bile büyük oynuyordur.

Salih Bademci bu oyunla aldığı ödülleri sonuna kadar hak ediyor. Ona sadece bir dizi oyuncusu demek haksızlıktı zaten.

Ben en çok Sinem Ünsal’ı merak ediyordum. Hem onun davetlisiydim hem de televizyona çok yakıştırdığım yüzü, sahneden nasıldı acaba?

Tiyatroda da dizi oyuncusu gibi mi duruyordu?

Sinem için beklentimi düşük tutmuştum, yanıldım. Kolay şaşırmayan ben şaşırdım. Sinem Ünsal tiyatro sahnesinde parlıyordu. Dizi oyunculuğu onun için sadece bir alt klasman olabilirdi.

Gelelim metne.

Bu konuyu Yılmaz Erdoğan’la yüz yüze konuşmayı çok isterim.

Ben de, izleyen pek çok kişi gibi oyunun metninde hayal kırıklığı yaşadık.

Erdoğan sanatında büyük yer tutan Ankara, oyunda fon bile değildi. Aydınlıkevler semti ise, başka ülkede, başka şehirde bir semt olmaktan farksızdı.

Erdoğan’ın kendisi bile, sahnede vardı ama metinde görünmez, silik kalmıştı. Hayatının oyununu yazacakken neden bu kadar çekingen davrandı, konuşmak lazım.

AŞK “Z” KUŞAĞI TANIMAZ

Genel kanı, “Z” kuşağının bağlanmak istemiyor oluşu. Bağlanmanın getirdiği sorumluluklar korkutuyor.

Elbette sorumluluk korkutur ancak bağlanmamak, ilişkiden ilişkiye atlamak da insanı yorar.

İlişkileri bekleyen şu üç tehlike sadece “Z” kuşağının değil herkesin sorunu:

Odaklanmıyoruz.

Güvenmiyoruz.

Alternatifleri kaybetme korkusu yaşıyoruz.

Yine de işin içine “aşk” girince, her şeyi unutuyoruz, kuşak farkı vs. kalmıyor.

Aşk, kendi bilgisini ve kendi eylemini kendisi yazıyor.

REHA MUHTAR KONUSUNA DİKKAT

Yılların televizyoncusu Reha Muhtar ile oyuncu Deniz Uğur’un boşanma meselesi her geçen gün korku filmine dönüyor.

Deniz Uğur’un hikâyesi, Muhtar’ın çocuklarına şiddet uygulamasına bağlanıyor.

Reha Muhtar’ın hikâyesi ise, “Deniz Uğur’gillerin gayrimenkul çetesi olduğu” iddiasını içeriyor.

İkisi de vahim.

İçimden bir ses Muhtar’ın haklı olduğunu söylüyor. Mahkeme çocukları ve Muhtar’ın bin bir emekle edindiği mal varlığını korusun da, gerisi önemli değil. 

Ayakta kalan, hayatı yeniden kurar.

AKLIMDA KALAN

Cadılar bayramına duyulan ilginin nedeni: Cadılar bayramı, büyük olasılık ABD’den daha büyük ilgiyi ülkemizde gördü. Tezgâhlarda balkabağı kalmamış o derece. Bu durum da eleştiri konusu olmuş. Tamam eleştirelim, eleştirelim de nedenleri üzerinde durmamız da gerekmez mi? Cadılar bayramına gösterilen bu ilginin, toplumumuzu topluca eğlendirecek bir kutlama fikrinin yokluğuyla açıklayamaz mıyız? Pekalâ da açıklarız. Milli ve dini bayramlarımızı evlere hapsedip ya da tatillere kaçırtıp, festivalleri yerelde popçu konserlerine indirgersek, eğlenme ve kutlama için de hangi ülkede ne bulursa ona sarılır insanımız. Samba yapan kızların linç edilmesinden korkmasaydık, çoktan Brezilya’dan da Rio karnavalını getirmiştik. 

Tüm yazılarını göster